Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îmân dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Mehmet Âkif Ersoy
I- İSTİKLÂL MARŞI’NIN DOĞDUĞU ORTAM
Türk şiir tarihi içinde beğendiğimiz ve mısralarını dudaklarımızdan düşürmediğimiz pek çok güzel şiir mevcuttur. Bunların başında İstiklâl Marşı’mızın geldiği ve onun şiir bahçemizde kendine has ve müstesna bir yere sahip olduğu, muhakkaktır. Millî Marş’ımızın Mehmet Âkif’in kaleminde ifadesini bulan muhtevası, şekli, dili ile bu üç unsurun ferdî bir tarzda sentezinden doğan üslûbunu daha iyi kavradığımız zaman, onu çok daha iyi anlayacak, duyacak, sevecek ve ondaki ruhu çok daha iyi hissedeceğimiz, kanaatindeyim.
İstiklâl Marşı’nın tahliline geçmeden önce, onun doğduğu tarihî ortamı kısaca hatırlatmak faydalı olacaktır. Zira her edebî eser, önemli ölçüde içinde vücut bulduğu sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-politik şartların ürünüdür. İlhamını tamamiyle içinde yaşanılan hayattan alan İstiklâl Marşı için, eser-devir ilişkisi, elbette ki çok daha önemlidir.
Unutulmamalıdır ki o, herhangi bir sanatkârın alelâde duygularını dile getiren herhangi bir şiir değil, bir millî destandır. Destanlar, milletlerin hayatlarında olağanüstü hâdiselerin (müsbet veya menfî) yaşandığı dönemlerin mahsülleridir. Belki onlar, ilk önce bir sanatkârın dili veya kaleminde hayat bulurlar; fakat zaman içinde milletin bütün fertleri tarafından benimsenip destan seviyesine yükseltilirler. Çünkü destanlar, millet ruhu, hayatı ve ideallerinin kelimelere dökülmüş en güzel ifadeleridir. İstiklâl Marşı’mız da böyle bir destandır. O, Millî Mücâdele yıllarının en zor günlerinde, ordumuz ve bütün milletimizin şiddetle ihtiyaç duyduğu kendine güven, millî heyacan, şevk ve imanın manzum dili olmak üzere doğmuştur. O, Türk milletinin istiklâl, hürriyet, vatan, din ve bayrak aşkının, topyekûn ve bir ağızdan bütün dünyaya karşı gür bir haykırışıdır. Bu sebeple o, bizim için, öncelikle Millî Mücâdele’nin; sonra da bütün zamanların destanıdır.
Birinci Dünya Harbi’nde İttifak Devletleri mağlup olunca, Osmanlı İmparatorluğu da mağlup sayıldı. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu mağlubiyet resmîleştirildi ve Türk ordusuna silah bıraktırıldı. Hâlbuki Türk ordusu tam dört yıl yedi cephede savaşmış ve yer yer büyük zaferlerde kazanmıştı. Montros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin 55 parçalık donanması İstanbul’a geldi. 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıktı. Elde kalan diğer Anadolu topraklarının önemli bir bölümü de kısa sürede Fransız, İtalyan, İngiliz ve Ermeniler tarafından işgal edildi. Kısacası; Türk milleti, önüne sürülen Sevr Antlaşması gibi bir ölüm fermanı ile karşı karşıya kaldı. Böyle bir antlaşmanın şartlarını kabul etmek veya sonucunu beklemek, milletin geleceği ve bakâsını düşmanın insafına terk etmek olacaktı. Elbette ki, Türk milleti böyle bir zillete razı olamaz, düşmanın önünde boyun eğemezdi. Nitekim eğmedi de. Başta İstanbul’da olmak üzere, memleket sathında protesto mitingleri yapıldı ve hemen hemen bütün vilayetlerde Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kuruldu. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşları Millî Mücadele meşalesini yaktılar. Türk milleti, tarihinin en önemli ölüm kalım savaşına; İstiklâl Savaşı’na girdi; canı, namusu, dini, bayrağı, hürriyeti, istiklâli ve vatanı için savaştı.
Mehmet Âkif, pek çok Türk aydını gibi, başından beri Millî Mücadele’nin yanında yer almış ve İstiklâl Savaşı’mızın manevî mimarlarından biri olmuştur. Osmanlı İmparotorluğu’nun mağlubiyeti ve ardından gelen vahim gelişmeler üzerine Âkif, önce büyük bir bedbinliğe düşmüştür. Zira yürekten bağlandığı İslâm birliği davası bütünüyle çöktüğü gibi, bu birliğin lideri olması gereken Türk milleti de son derece zor durumdadır. Ancak memleket sathında başlayan uyanış ve direnişler, onu ümitlendirir. Direnişi bizzat yerinde görmek için 1920 Şubatında Eşref Edip’le birlikte Balikesir’e gider ve Zağnos Paşa Camii’nde halka hitap eder. 16 Mart 1920’deki İstanbul’un işgali ve burada hiçbir şeyin yapılamacağının anlaşılması üzerine Nisan 1920’de Ankara’ya gitmek üzere yola çıkar. Üstelik o, 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’ne Burdur mebusu seçilmiştir. Ankara’da Taceddin Dergâhı’na yerleşen Âkif, savaş müddetince Burdur, Eskişehir, Afyon, Konya, Kastamonu vilayetleri ve bu vilayetlerin ilçelerini dolaşır; halkı Millî Mücadele’nin yanında yer almaya çağırır; onların millî his ve heyecanlarını ayağa kaldırır. Nitekim halk üzerinde büyük tesir icra eden onun bu konuşmaları çoğaltılarak diğer vilayetlerdeki halka ve cephelerdeki orduya dağıtılır.
İşte böyle bir ortamda, millî heyecan, millî bilinç, millî şevk ve millî azmi daha güçlü kılmak; toplumu millet yapan değerleri fertlerin ruhu ve hayatında daha canlı tutmak ve milleti tek yürek, tek yumruk hâline getirmek için bir istiklâl marşına ihtiyaç vardır. Unutulmamalıdır ki, diğer zamanlar pek aklımıza getirmediğimiz, kıymetinin farkına varamadığımız millî değerler, böyle günler için son derece önemlidir. Çünkü böylesi zor günlerde, onlarsız yaşayamayacağımızın daha çok şuurunu varırız.
Bu ihtiyacı, ciddî bir biçimde ilk kez dile getiren insan, Garp Cephesi Kurmay Başkanı İsmet (İnönü) Bey olmuştur. İsmet Bey, konuyu Maârif Vekili Dr. Rıza Nur’a açmış; asker ve milletin şevk ve heyacanını arttıracak bir millî marş yazdırılmasını istemiştir. Bunun üzerine Maarif Vekaleti tarafından bir şiir müsabakası düzenlenmiş ve konu bir tebliğle okullara; 7 Kasım 1920 tarihli Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde yayımlanan ilânla da kamuoyuna duyurmuştur. “Türk Şairlerinin Nazar-ı Dikkatine” diye başlayan ilânda “bütün erbâb-ı kalem”, “Milletimizin dahilî ve haricî istiklâli uğruna girişmiş olduğu mücadelâtı ifade ve terennüm için” tertip edilen istiklâl marşı müsabakasına katılmaya davet edilmektedir. Şiirler 23 K.Evvel 1336’ya kadar Maarif Vekaleti’ne teslim edilecek, birinci seçilen şiirin şairine ve daha sonra yapılacak olan beste müsabakası birincisine 500’er liralık mükâfat verilecektir.
Yarışmaya, dönemin şairleri ve istenilen şiiri yazabileceğini düşünen kişiler tarafından 724 şiir gönderilmiştir. Ancak bunların hiçbiri, Türk istiklâl mücadelesinin ruhunu ve büyüklüğünü ifade edebilecek güç ve değere hâiz bulunmamıştır. O yılların çok iyi tanınan şairi ve Burdur mebusu Mehmet Âkif, yarışmayı kazanan kişiye verilecek olan 500 liralık ödül sebebiyle yarışmaya katılmamıştır. Çünkü ona göre, bir milletin istiklâl marşı para ile yazılmaz, yazılamaz ve yazılmamalıydı. Bu durum fark edilip sebebi öğrenilince, bizzat Maârif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in özel ilgisi ve yakın dostlarının ısrarı ile -500 liralık ödülü de almamak şartıyla- Âkif’in yarışmaya katılması sağlanmıştır. Konuyla ilgili olarak Hamdullah Suphi’nin kendi el yazısıyla Mehmet Âkif’e yazdığı mektubu şöyledir:
“Pek aziz ve muhterem efendim,
İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zât-ı üstâdânelerinin matlûb şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husûlü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icab ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim.”
Bunun üzerine Mehmet Âkif şiirini, Taceddin Dergâhı’nın soğuk duvarları arasında ve TBMM’nin sıralarında çok kısa sürede tamamlar. Şiir, ilk kez Sebilürreşat mecmuasında (17 Şubat 1921, S. 468, s. 305), ardından da Açık Söz (Kastamonu) gazetesinde (21 Şubat 1921) yayımlanır. TBMM, istiklâl marşı konusunu, Maârif Vekaleti’nden gelen şiirlerin Maârif Encümeni’ne gönderilmesi hususundaki tezkeresi üzerine, ilk olarak 26 Şubat 1921 Cumartesi günü görüşmüş ve Maârif Encümeni’ne gönderilmesine değil, “tab ve tevziine” karar vermiştir.
1 Mart 1921 Salı günkü Mustafa Kemal’in başkanlığındaki ikinci görüşmede, Karesi (Balıkesir) Mebusu Hasan Basri Bey’in, istiklâl marşı güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünde okunması hakkındaki takriri kabul edilmiş ve Âkif’in şiiri kürsüde alkışlar arasında okunmuştur. Hamdullah Suphi, şiiri okumadan önce Meclis’e şu açıklamada bulunur: “ -Arkadaşlar, hatırlarsınız Maârif Vekaleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Aradan yedi tanesi en fazla evsâfı hâiz olarak görülmüş ve ayrılmıştır. (...) Vekalet yapmış olduğu tetkikatta fevkalâde kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için ben şahsen Mehmet Âkif Beyefendi’ye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler. Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vadedilmiştir. Hâlbuki bunu kendi isimlerine takrib etmek arzusunda bulunmadıklarını ve bundan çekindiklerini izhar ettiler. Ben şahsen müracaat ettim. Lâzım gelen tedâbiri alırız ve icabeden ilânı yaparız dedim. Bu şartla büyük dinî şairimiz bize fevkalede nefis bir şiir gönderdiler. Diğer altı şiirle beraber nazar-ı tetkikinize arz edeceğiz.
İntihab size aittir. Arkadaşlar reyimi ihsas ediyorum. Beğenmek, takdir etmek hususunda hâiz-i hürriyetim. İntihabımı yapmışım, fakat sizin intihabınız benim intihabımı naksedebilir. Arkadaşlar bu size aittir efendim.”
Hamdullah Suphi’nin, böyle bir karara varmış olmasının asıl sebebi, orduya gönderilmiş olan üç şiirden en çok Âkif’in şiirinin asker üzerinde tesir göstermiş olmasıdır.
İstiklâl Marşı ile ilgili üçüncü ve son görüşme 12. Mart 1921 Cumartesi günü yapılmıştır. Toplantı başlangıcında söz alan Hamdullah Suphi, istiklâl marşı meselesinin bir an önce görüşülüp sonuca bağlanmasını ister. Tartışılan asıl mesele; marşın doğrudan doğruya meclis tarafından mı kabul edileceği yoksa bir encümene mi gönderileceğidir. Tartışma konusu olan bir başka husus ise, istiklâl marşının parayla ve ısmarlama yöntemiyle yazılamayacağı, halkın içinden doğması gerektiğidir. Hamdullah Suphi buna şiddetle karşı çıkar.
“- Arkadaşlar, bir hata üzerine, bir galat-ı rü’yet üzerine dikkat-i âlinizi celbetmek isterim. Bilhassa para meselesi ile bu şiirler arasında bir münasebet bulmak, gayet yanlış bir nokta-i nazardır.
(...) Biz halkın ruhunu, heyecanını ifade eden şiirler yazmaları için şairlerimize müracaat ettik. Hiçbirisi para hakkında bir şey söylememiştir. Geçen defa işaret ettiğim üzere nazar-ı dikkatinizi celbediyorum: Mehmet Âkif Bey -ki bu, şairler arasında para meselesinden kaçınan arkadaşlarımızdan birisidir- zaten senelerden beri en yüksek ve en ilâhî belâğatle yazmıştır. Yeniden yazmaktan çekinmesi; bazılarının hatırlarına para gelir, diye korkmasındandır ve ona binaen yazmamıştır.”
Bu tartışmalardan sonra, Karasi (Balıkesir) Mebusu Hasan Basri, Kastamonu Mebusu Dr. Suat, Ankara Mebusu Şemseddin, Bursa Mebusu Operatör Emin, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya, Isparta Mebusu İbrahim, Kırşehir Mebusu Yahya Galip Beylerin Mehmet Âkif’in şiirinin istiklâl marşı olarak kabul edilmesi hakkında ayrı ayrı önergeler vermeleri üzerine oylamaya geçilmiş ve Âkif’in şiirini, alkışlar arasında ve dört defa ayakta dinlenerek saat 17,45’te “ekseriyet-i âzime” ile istiklâl marşı olarak kabul edilmiştir.
Türk şiir tarihi içinde beğendiğimiz ve mısralarını dudaklarımızdan düşürmediğimiz pek çok güzel şiir mevcuttur. Bunların başında İstiklâl Marşı’mızın geldiği ve onun şiir bahçemizde kendine has ve müstesna bir yere sahip olduğu, muhakkaktır. Millî Marş’ımızın Mehmet Âkif’in kaleminde ifadesini bulan muhtevası, şekli, dili ile bu üç unsurun ferdî bir tarzda sentezinden doğan üslûbunu daha iyi kavradığımız zaman, onu çok daha iyi anlayacak, duyacak, sevecek ve ondaki ruhu çok daha iyi hissedeceğimiz, kanaatindeyim.
İstiklâl Marşı’nın tahliline geçmeden önce, onun doğduğu tarihî ortamı kısaca hatırlatmak faydalı olacaktır. Zira her edebî eser, önemli ölçüde içinde vücut bulduğu sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-politik şartların ürünüdür. İlhamını tamamiyle içinde yaşanılan hayattan alan İstiklâl Marşı için, eser-devir ilişkisi, elbette ki çok daha önemlidir.
Unutulmamalıdır ki o, herhangi bir sanatkârın alelâde duygularını dile getiren herhangi bir şiir değil, bir millî destandır. Destanlar, milletlerin hayatlarında olağanüstü hâdiselerin (müsbet veya menfî) yaşandığı dönemlerin mahsülleridir. Belki onlar, ilk önce bir sanatkârın dili veya kaleminde hayat bulurlar; fakat zaman içinde milletin bütün fertleri tarafından benimsenip destan seviyesine yükseltilirler. Çünkü destanlar, millet ruhu, hayatı ve ideallerinin kelimelere dökülmüş en güzel ifadeleridir. İstiklâl Marşı’mız da böyle bir destandır. O, Millî Mücâdele yıllarının en zor günlerinde, ordumuz ve bütün milletimizin şiddetle ihtiyaç duyduğu kendine güven, millî heyacan, şevk ve imanın manzum dili olmak üzere doğmuştur. O, Türk milletinin istiklâl, hürriyet, vatan, din ve bayrak aşkının, topyekûn ve bir ağızdan bütün dünyaya karşı gür bir haykırışıdır. Bu sebeple o, bizim için, öncelikle Millî Mücâdele’nin; sonra da bütün zamanların destanıdır.
Birinci Dünya Harbi’nde İttifak Devletleri mağlup olunca, Osmanlı İmparatorluğu da mağlup sayıldı. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu mağlubiyet resmîleştirildi ve Türk ordusuna silah bıraktırıldı. Hâlbuki Türk ordusu tam dört yıl yedi cephede savaşmış ve yer yer büyük zaferlerde kazanmıştı. Montros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin 55 parçalık donanması İstanbul’a geldi. 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıktı. Elde kalan diğer Anadolu topraklarının önemli bir bölümü de kısa sürede Fransız, İtalyan, İngiliz ve Ermeniler tarafından işgal edildi. Kısacası; Türk milleti, önüne sürülen Sevr Antlaşması gibi bir ölüm fermanı ile karşı karşıya kaldı. Böyle bir antlaşmanın şartlarını kabul etmek veya sonucunu beklemek, milletin geleceği ve bakâsını düşmanın insafına terk etmek olacaktı. Elbette ki, Türk milleti böyle bir zillete razı olamaz, düşmanın önünde boyun eğemezdi. Nitekim eğmedi de. Başta İstanbul’da olmak üzere, memleket sathında protesto mitingleri yapıldı ve hemen hemen bütün vilayetlerde Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kuruldu. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşları Millî Mücadele meşalesini yaktılar. Türk milleti, tarihinin en önemli ölüm kalım savaşına; İstiklâl Savaşı’na girdi; canı, namusu, dini, bayrağı, hürriyeti, istiklâli ve vatanı için savaştı.
Mehmet Âkif, pek çok Türk aydını gibi, başından beri Millî Mücadele’nin yanında yer almış ve İstiklâl Savaşı’mızın manevî mimarlarından biri olmuştur. Osmanlı İmparotorluğu’nun mağlubiyeti ve ardından gelen vahim gelişmeler üzerine Âkif, önce büyük bir bedbinliğe düşmüştür. Zira yürekten bağlandığı İslâm birliği davası bütünüyle çöktüğü gibi, bu birliğin lideri olması gereken Türk milleti de son derece zor durumdadır. Ancak memleket sathında başlayan uyanış ve direnişler, onu ümitlendirir. Direnişi bizzat yerinde görmek için 1920 Şubatında Eşref Edip’le birlikte Balikesir’e gider ve Zağnos Paşa Camii’nde halka hitap eder. 16 Mart 1920’deki İstanbul’un işgali ve burada hiçbir şeyin yapılamacağının anlaşılması üzerine Nisan 1920’de Ankara’ya gitmek üzere yola çıkar. Üstelik o, 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’ne Burdur mebusu seçilmiştir. Ankara’da Taceddin Dergâhı’na yerleşen Âkif, savaş müddetince Burdur, Eskişehir, Afyon, Konya, Kastamonu vilayetleri ve bu vilayetlerin ilçelerini dolaşır; halkı Millî Mücadele’nin yanında yer almaya çağırır; onların millî his ve heyecanlarını ayağa kaldırır. Nitekim halk üzerinde büyük tesir icra eden onun bu konuşmaları çoğaltılarak diğer vilayetlerdeki halka ve cephelerdeki orduya dağıtılır.
İşte böyle bir ortamda, millî heyecan, millî bilinç, millî şevk ve millî azmi daha güçlü kılmak; toplumu millet yapan değerleri fertlerin ruhu ve hayatında daha canlı tutmak ve milleti tek yürek, tek yumruk hâline getirmek için bir istiklâl marşına ihtiyaç vardır. Unutulmamalıdır ki, diğer zamanlar pek aklımıza getirmediğimiz, kıymetinin farkına varamadığımız millî değerler, böyle günler için son derece önemlidir. Çünkü böylesi zor günlerde, onlarsız yaşayamayacağımızın daha çok şuurunu varırız.
Bu ihtiyacı, ciddî bir biçimde ilk kez dile getiren insan, Garp Cephesi Kurmay Başkanı İsmet (İnönü) Bey olmuştur. İsmet Bey, konuyu Maârif Vekili Dr. Rıza Nur’a açmış; asker ve milletin şevk ve heyacanını arttıracak bir millî marş yazdırılmasını istemiştir. Bunun üzerine Maarif Vekaleti tarafından bir şiir müsabakası düzenlenmiş ve konu bir tebliğle okullara; 7 Kasım 1920 tarihli Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde yayımlanan ilânla da kamuoyuna duyurmuştur. “Türk Şairlerinin Nazar-ı Dikkatine” diye başlayan ilânda “bütün erbâb-ı kalem”, “Milletimizin dahilî ve haricî istiklâli uğruna girişmiş olduğu mücadelâtı ifade ve terennüm için” tertip edilen istiklâl marşı müsabakasına katılmaya davet edilmektedir. Şiirler 23 K.Evvel 1336’ya kadar Maarif Vekaleti’ne teslim edilecek, birinci seçilen şiirin şairine ve daha sonra yapılacak olan beste müsabakası birincisine 500’er liralık mükâfat verilecektir.
Yarışmaya, dönemin şairleri ve istenilen şiiri yazabileceğini düşünen kişiler tarafından 724 şiir gönderilmiştir. Ancak bunların hiçbiri, Türk istiklâl mücadelesinin ruhunu ve büyüklüğünü ifade edebilecek güç ve değere hâiz bulunmamıştır. O yılların çok iyi tanınan şairi ve Burdur mebusu Mehmet Âkif, yarışmayı kazanan kişiye verilecek olan 500 liralık ödül sebebiyle yarışmaya katılmamıştır. Çünkü ona göre, bir milletin istiklâl marşı para ile yazılmaz, yazılamaz ve yazılmamalıydı. Bu durum fark edilip sebebi öğrenilince, bizzat Maârif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in özel ilgisi ve yakın dostlarının ısrarı ile -500 liralık ödülü de almamak şartıyla- Âkif’in yarışmaya katılması sağlanmıştır. Konuyla ilgili olarak Hamdullah Suphi’nin kendi el yazısıyla Mehmet Âkif’e yazdığı mektubu şöyledir:
“Pek aziz ve muhterem efendim,
İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zât-ı üstâdânelerinin matlûb şiiri vücuda getirmeleri, maksadın husûlü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icab ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim.”
Bunun üzerine Mehmet Âkif şiirini, Taceddin Dergâhı’nın soğuk duvarları arasında ve TBMM’nin sıralarında çok kısa sürede tamamlar. Şiir, ilk kez Sebilürreşat mecmuasında (17 Şubat 1921, S. 468, s. 305), ardından da Açık Söz (Kastamonu) gazetesinde (21 Şubat 1921) yayımlanır. TBMM, istiklâl marşı konusunu, Maârif Vekaleti’nden gelen şiirlerin Maârif Encümeni’ne gönderilmesi hususundaki tezkeresi üzerine, ilk olarak 26 Şubat 1921 Cumartesi günü görüşmüş ve Maârif Encümeni’ne gönderilmesine değil, “tab ve tevziine” karar vermiştir.
1 Mart 1921 Salı günkü Mustafa Kemal’in başkanlığındaki ikinci görüşmede, Karesi (Balıkesir) Mebusu Hasan Basri Bey’in, istiklâl marşı güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünde okunması hakkındaki takriri kabul edilmiş ve Âkif’in şiiri kürsüde alkışlar arasında okunmuştur. Hamdullah Suphi, şiiri okumadan önce Meclis’e şu açıklamada bulunur: “ -Arkadaşlar, hatırlarsınız Maârif Vekaleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Aradan yedi tanesi en fazla evsâfı hâiz olarak görülmüş ve ayrılmıştır. (...) Vekalet yapmış olduğu tetkikatta fevkalâde kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için ben şahsen Mehmet Âkif Beyefendi’ye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler. Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vadedilmiştir. Hâlbuki bunu kendi isimlerine takrib etmek arzusunda bulunmadıklarını ve bundan çekindiklerini izhar ettiler. Ben şahsen müracaat ettim. Lâzım gelen tedâbiri alırız ve icabeden ilânı yaparız dedim. Bu şartla büyük dinî şairimiz bize fevkalede nefis bir şiir gönderdiler. Diğer altı şiirle beraber nazar-ı tetkikinize arz edeceğiz.
İntihab size aittir. Arkadaşlar reyimi ihsas ediyorum. Beğenmek, takdir etmek hususunda hâiz-i hürriyetim. İntihabımı yapmışım, fakat sizin intihabınız benim intihabımı naksedebilir. Arkadaşlar bu size aittir efendim.”
Hamdullah Suphi’nin, böyle bir karara varmış olmasının asıl sebebi, orduya gönderilmiş olan üç şiirden en çok Âkif’in şiirinin asker üzerinde tesir göstermiş olmasıdır.
İstiklâl Marşı ile ilgili üçüncü ve son görüşme 12. Mart 1921 Cumartesi günü yapılmıştır. Toplantı başlangıcında söz alan Hamdullah Suphi, istiklâl marşı meselesinin bir an önce görüşülüp sonuca bağlanmasını ister. Tartışılan asıl mesele; marşın doğrudan doğruya meclis tarafından mı kabul edileceği yoksa bir encümene mi gönderileceğidir. Tartışma konusu olan bir başka husus ise, istiklâl marşının parayla ve ısmarlama yöntemiyle yazılamayacağı, halkın içinden doğması gerektiğidir. Hamdullah Suphi buna şiddetle karşı çıkar.
“- Arkadaşlar, bir hata üzerine, bir galat-ı rü’yet üzerine dikkat-i âlinizi celbetmek isterim. Bilhassa para meselesi ile bu şiirler arasında bir münasebet bulmak, gayet yanlış bir nokta-i nazardır.
(...) Biz halkın ruhunu, heyecanını ifade eden şiirler yazmaları için şairlerimize müracaat ettik. Hiçbirisi para hakkında bir şey söylememiştir. Geçen defa işaret ettiğim üzere nazar-ı dikkatinizi celbediyorum: Mehmet Âkif Bey -ki bu, şairler arasında para meselesinden kaçınan arkadaşlarımızdan birisidir- zaten senelerden beri en yüksek ve en ilâhî belâğatle yazmıştır. Yeniden yazmaktan çekinmesi; bazılarının hatırlarına para gelir, diye korkmasındandır ve ona binaen yazmamıştır.”
Bu tartışmalardan sonra, Karasi (Balıkesir) Mebusu Hasan Basri, Kastamonu Mebusu Dr. Suat, Ankara Mebusu Şemseddin, Bursa Mebusu Operatör Emin, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya, Isparta Mebusu İbrahim, Kırşehir Mebusu Yahya Galip Beylerin Mehmet Âkif’in şiirinin istiklâl marşı olarak kabul edilmesi hakkında ayrı ayrı önergeler vermeleri üzerine oylamaya geçilmiş ve Âkif’in şiirini, alkışlar arasında ve dört defa ayakta dinlenerek saat 17,45’te “ekseriyet-i âzime” ile istiklâl marşı olarak kabul edilmiştir.
Şiirini, “kahraman ordumuza” ithaf eden Âkif, onu Safahât’ına almamıştır. Ayrıca Âkif, yarışma sonunda verilecek olan 500 lirayı, Maârif Vekaleti’nin ısrarı ve zorlamaları üzerine almış ve fakir çocuk va kadınlara örgü öğretmek üzere kurulan Dârülmesaî’ye vermiştir. Hâlbuki Burdur Mebusu ve Maârif Encümeni Reisi Âkif’in bir paltosu bile yoktur. O günlerde Ankara’nın kuru soğuğunda eski bir ceketle dolaşmakta olan Âkif, aşırı soğuk ve yağmurlu günlerde arkadaşı Baytar Şefik Bey’in muşambasını ödünç almaktadır.
İstiklâl Marşı güftesinin kabulünden hemen sonra beste yarışması açılmış; Sadettin Arel, Lemi Atlı, Zati Arca, Rauf Yekta, Sadettin Kaynak, Muhlis Sabahattin, Suphi Ezgi, Zeki Üngör, Ali Çağatay, Giriftzen Asım Bey gibi yirminin üstünde ünlü ismin katıldığı yarışma, çok yoğun işler ve savaşın olağanüstü şartları sebebiyle o günlerde sonuçlandırılamamıştır. Bu yüzden İstiklâl Marşı, uzun süre farklı bestelerle çalınıp söylenmiştir. 1924’te Ali Çağatay’ın çalışması, İstiklâl Marşı’nın bestesi kabul edilerek bu karışıklığa son verilmiş; ancak 1930’da bu besteden vazgeçilerek hâlen yürürlülükte olan Zeki Üngör’ün bestesine geçilmiştir.
II- İSTİKLÂL MARŞI’NIN MUHTEVASI
İstiklâl Marşı’nın muhtevası, iki ana temel üzerine oturur: Bunlar: Bir; Türk milleti, onun vatanı, istiklâli, dini ve bayrağının düşman saldırısı karşısındaki durumu ve bunun millet nezdinde doğurduğu ciddî endişe. İki; bu endişeye mahâl olmadığı inancı ve bunun Türk milletine bağlı gerekçeleri. Metin, ilk kelimesinden son kelimesine kadar bu iki ana temel üzerine inşa edilmiş; bu iki ana eksen çevresinde doğup gelişmiştir.
Muhtevanın iç veya alt birimlerini ise; Türk milletinin değer (hürriyet, istiklâl, din, vatan, bayrak) ve nitelikleri (hürriyet severlik, imanlılık/Hakk’a tapmak, vatanseverlik, kahramanlık) ile düşmanın nitelikleri (alçaklık, hayâsızlık, medenîlik (!), çılgınlık, maddî güçlülük) oluşturmaktadır. Türk milletine ait söz konusu değer ve niteliklerin her biri, -çoğu zaman- bir “mânâ birliği” seviyesinde ele alınmış ve ön plâna çıkarılmıştır. Düşmana ait nitelikler ise, dördüncü dörtlükte mukayeseli bir şekilde ve daha belirgin olarak vurgulanırken diğer dörtlüklerden bazılarında yer yer sezdirilmiştir.
İstiklâl Marşı’mız, Türk milletinin duyduğu endişenin yersiz olduğunu haykıran “Korkma!” emriyle başlamaktadır. Buradaki “korkmak” fiilinin temel anlamında kullanılmadığını belirtmemiz gerekir. Kelimelerin iki farklı mânâ dünyası vardır. Bunlar; temel anlam ve yan anlamdır. “Ali karanlıktan korktu.”, “Ayşe köpekten korkar.” cümlelerindeki “korkmak” kelimeleri, temel anlamda kullanılmıştır. Hâlbuki İstiklâl Marşı’ndaki bu fiil, asıl anlamında değil, yan anlamlarından biri olan “endişe etmek, kaygılanmak” anlamında kullanılmıştır. Aynı kelimenin dördüncü dörtlüğün ikinci mısraındaki mânâsı da aynıdır. Mehmet Âkif’in “korkmak” fiilini, emir kipinde ve iki defa kullanmasının amacı, hem Türk milletinin ne ölçüde ciddî endişe içinde olduğunu sezdirmek hem de böyle bir endişeye lüzum olmadığını vurgulayarak onu ortadan kaldırmaktır.
Metnin büyük bir bölümünde varlığını sürdüren; dolayısıyla muhtevada önemli bir yer işgal eden millet, bayrak ve şehidlerin derinden duyduğu endişe nedir? Bu sorunun cevabı, ilk kelimeden sonra ortaya konmakla beraber, diğer dörtlüklerde de parça parça sezdirilmektedir. Endişe; “alçaklar”ın “hayâsızca akın”larıyla vatanı işgal edebileceği, iman dolu göğüslerin boğulabileceği, kutsal değerlere “nâ-mahrem” elinin uzanabileceği, ezanların susturulabileceği, vatanın semalarında dalgalanan bayrağın gönderinden indirilebileceği ve istiklâline son verilen Türk milletine esaret zincirinin vurulabileceği ihtimalidir. Burada dikkati çeken husus; söz konusu endişenin belli değerler üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır. Bunlar; bayrak, hürriyet, istiklâl, vatan ve dindir. Elbette ki bunlar, doğrudan doğruya Türk milletine bağlıdır ve Türk milletinin varlık değerleridir. Türkün bayrağı, hürriyeti, istiklâli, vatanı ve dininin olmadığı bir ortamda, onun varlığından da bahsedilemeyecektir. Toplumlar veya insan yığınları, ancak ve ancak bu değerlere sahip oldukları müddetçe var ve millet olabilirler. Bu noktada “korkmak” fiilinin alelâde bir korkudan çok farklı; mukaddes bir endişe mânâsında kullanılmış olduğu gerçeği, daha açık bir biçimde anlaşılmış olur. O zaman millet, bayrak ve şehitlerin endişelerinde ne kadar haklı oldukları ortaya çıkar.
Türk milleti, onun bayrak ve şehitlerini böyle kutsal bir endişeye sürükleyen sebep veya sebepler nedir? Bu sorunun cevabını, iki, üç ve dördüncü dörtlüklerde bulmak mümkündür. Çünkü Marş’ın muhtevasındaki ana unsurlardan birini düşman teşkil eder. Türk milleti, İstiklâl Savaşı’nı bir düşmana karşı vermektedir. Düşman; en genel anlamıyla “Garb”tır. Ayrıntılarda ise; kendilerini “medenî” sıfatıyla lanse eden, ama “tek dişi kalmış canavar”dan farksız olan “alçaklar” ve Türk vatanına “hayâsızca” saldıran “çılgın”lardır. Bir başka ifadeyle; silah ve silah teknolojisi açısından son derece güçlü olan Batı ve onun uşakları, “medeniyet” maskesi arkasına saklanarak “tek dişi kalmış canavar” gibi, “hayâsızca” Türkün vatanına saldırmakta, işgale kalkışmakta ve durmadan da “ulumak”tadırlar. Saldırılarının hiçbir haklı gerekçesi olmadığı için onlar birer “alçak”tırlar. Düşmanın “bugün bizden istedikleri, ne filan vilayet, ne filan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, varlığımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.” Kısacası düşman; alçaklık, hayâsızlık, çılgınlık, maddî güçlülük, medenîlik (!) vasıflarına sahiptir.
Elbette ki bu endişe, sadece, Anadolu’nun 1918’den sonra adım adım işgal edilmesi olayından kaynaklanmaz. Tâ Haçlı Seferleri’nden bu yana asırların Türk milletinin hafızasına kabus gibi kazıdığı bir Batı gerçeği vardır. Özellikle Doksanüç, Trablus, Balkan, Birinci Dünya harpleri, böyle bir Batı’yı çok daha iyi tanımamıza vesile olur. Âkif, Safahât’ının değişik yerlerinde ve özellikle Çanakkale Şehitleri isimli destanında bu Batı’yı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
...............................................................
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezîl istîlâ! (s. 354)
“Medeniyet” denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün! ( s.170)
İşte emperyalist ve zâlim Batı, elimizde kalan son vatan parçası Anadolu’yu da işgale kalkınca, elbette ki, yaşayan ve şehit olan her Türk ferdi ve onların varlık sembolü olan bayrak ciddî endişeler duymuştur. Nitekim nazlı hilâl; çehresini, kaşlarını çatmış, kızgınlık içindedir ve milletine tebessüm etmez.
Âkif, öncelikle böyle bir endişeyi kafalardan ve yüreklerden silmek ister. Çünkü böyle bir endişenin kökleşmesi ve kesinleşmesi, Türk milletinin mücâdele azmini, şevkini, heyecanını büsbütün kıracak ve korkulan durumun gerçekleşmesine zemin hazırlayacaktır. Ümitsizlik, insanların ve milletlerin mücâdele azmini yok edip elini kolunu bağlayan en büyük hastalıktır. Nitekim o günlerde “manda” zilletinden başka çıkar yolun kalmadığını açıkça telaffuz edenler vardır. Bu durumu çok iyi bilen Safahât şairi, öncelikle endişenin yersizliğini vurgulamaya; bu endişe ortamında doğabilecek ye’se engel olmaya çalışır. Daha da önemlisi, ümit, iman, şevk ve kendine güven duygusu aşılar. Söz konusu tavır, onun en karakteristik niteliklerinden birisidir. Bu sebepledir ki, ilk mısradan son mısraya kadar İstiklâl Marşı’na hâkim olan temel duygu, bedbinlik değil, nikbinliktir.
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak....
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. ( s.175)
Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen,
Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen! ( s.54)
Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan; ( s.155)
Mehmet Âkif inanır ki; bu yurdun üstünde yaşayan en son Türk insanı, vatanı ve bayrağı uğruna şehit olmadığı müddetçe, ufuklarındaki al sancak dalgalanmaya devam edecektir. Onca olumsuzlukların yaşandığı bir dönemde, o, bu inanç ve ümidi nereden ve hangi güçten alır? Bu sorular bizi, Türk milleti; onun değer ve niteliklerine götürecektir.
Türk milleti: İstiklâl Marşı’nın en büyük ve asıl muhteva unsuru, Türk milletidir. Metnin çok büyük bir bölümü, Türk milleti; onun değer ve niteliklerinin anlatımına tahsis edilmiştir. Hatta o, doğrudan doğruya Türk milletinin topyekün ve bir ağızdan cephede savaşan ordusuna, kendisini Türk hisseden dün, bugün ve yarının nesillerine ve daha da önemlisi bütün dünyaya haykırışıdır. Metin boyunca yedi defa tekrar edilen “ben” zamirinin tamamı ve altı defa tekrar edilen “sen” zamirinin ikisinin muhatabı, Âkif’in kendisi değil, doğrudan doğruya Türk milletidir. Şairin “ben” zamirini tercihi, Türk milletinin birlik, bütünlük ve tek yumruk oluşunu sezdirme düşüncesindendir. Bunlara, dört defa tekrar edilen “millet” ile iki defa tekrar edilen “ırk” kelimelerini de ilave etmek gerekir. Unutulmamalıdır ki, bu şiir, Türk milletinin İstiklâl Marşı’dır.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Türk milleti, -en az- iki bin beş yüz yıllık tarihi içinde, kendine has değer ve vasıfları olan bir millettir. Onu millet yapan da bu nitelik ve değerlerdir. Bunun şuurunda olan Âkif, muhayyel bir milletten değil, kendine has değerleriyle milletler camiasında temayüz etmiş bir milletten bahseder ve onu değerleriyle dikkatlere sunar. Türk milletinin vasıfları; hürriyet severlik, imanlılık/Hakk’a tapmak, hakseverlik, vatanseverlik, kahramanlık; değerleri de; hürriyet, istiklâl, bayrak, din (İslâmiyet), vatan ve hak-hukuktur. Söz konusu değer ve vasıflar arasında öncelik-sonralık veya önemli-önemsiz ayrımı yapmak mümkün değildir. Onlar, birbirini tamamlayan, birbirinden ayrı düşünülemeyen ve -eskilerin ifadesiyle- birbirinin “lâzım ve melzûm”u olan değer ve vasıflardır. Nitekim, değerlerle nitelikler arasında çok açık bir paralellik vardır. Bu da son derece tabiîdir. Çünkü kıymet ve önem verdiğimiz bir şey bizim değerimiz; bizi biz yapan değerimiz de vasfımız olacaktır.
Hürriyet Severlik/Hürriyet/İstiklâl: Türk milletinin temel karakter özelliklerinin başında hürriyet severlik gelir. Hürriyet severlik hayata, hürriyet ve istiklâl olarak yansıyacaktır. Onun içindir ki, Türk milleti tarihi boyunca hep hür yaşamış, bundan sonra da hür yaşayacaktır. Üçüncü dörtlüğün ilk mısraında yer alan “yaşadım” ve “yaşarım” fiilleri, bilinçli olarak dili geçmiş ve geniş zaman kiplerinde kullanılmıştır. Birincisi geçmişi, ikincisi geleceği ifade eder. Birinci fiil, üstelik “ezel” kelimesiyle daha da güçlendirilmiştir. Zaten dörtlüğün bütününde Ergenekon Destanı imajı çok açıktır. Böylece Âkif, hem millete hem de şiire tarihî bir derinlik kazandırmış olur. Ezelden beri hür yaşamış bir millet için hürriyet, istiklâl veya hür yaşama, o milletin en tabiî karakter özelliklerinden biri olacaktır.
İşte böyle bir millete esaret zinciri vurmaya kalkışmak, apaçık bir “çılgınlık”tır. Çılgınlık; duyulan aşırı öfke, kin veya şuursuzluk sebebiyle yapmaya kalkıştığı iş veya harekette, gerçekleri hiç görmeyen, bunda akıl ve mantığını hiç dikkate almayan insanın vasfıdır. Bir anlamda deliliktir. Çünkü Türk milleti hürriyet uğruna “kükremiş bir sel” gibi bütün bendleri, engelleri, zorlukları çiğneyip aşacak; dağları yırtacak, enginlere sığmayıp taşacaktır. Âkif’i rahatlatan, ümit var eden ve ona endişeleri yersiz bulduran güç budur. Yani; Türk’ün tarihi boyunca ortaya koyduğu hürriyet severlik karakteri ve onun hürriyet ve istiklâli temel değer olarak kabul etmesi. Çünkü Âkif bilir ki: “... Türkler’in yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet bir hakikattır. Halbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâli bu kadar eski zamandan başlayan bir millet yoktur. Türk için istiklâlsiz hayat müstahîldir. Tarih de gösteriyor ki Türk, istiklâlsiz yaşayamamıştır.”
Bayrak: İstiklâl Marşı’mızın bir başka muhteva çekirdeğini bayrak teşkil eder. Aslında Türk milletinin temel değerlerinden biri olan bayrak, doğrudan doğruya hürriyet severlik karakteri ve hürriyet, istiklâl değerlerine bağlıdır. Çünkü bayrak, mensubu olduğu milletin hürriyet, istiklâl, kimlik ve kişiliğinin sembolü; söz konusu karakter ve değerlerin müşahhas ifadesidir.
Şiirin birinci ikinci ve onuncu dörtlükleri, hemen hemen bütünüyle bayrağa ayrılmış ve “al sancak”, “yıldız”, “hilâl”, “bayrak” kelimeleriyle karşılanılmıştır. Birici dörtlükte bayrakla ilgili bir renk imajıyla karşılaşıyoruz. “al”, “şafak”, “ocak”, “tüten”, “sönmek” kelimeleri, zihnimizde kızıl rengin hâkim olduğu, bir ateş imajına zemin hazırlar. Buradaki renk imajı, aynı zamanda savaşı da düşündürür. Al sancak, kızıl rengin hâkim olduğu şafaklarda yüzmektedir. Bayrağa ait bir sıfat olan “yüzen” kelimesi, “dalgalanmak” anlamının yanında “bolluk” anlamına da sahiptir. Ancak buradaki “şafak”, sabah şafağı değil, akşam şafağıdır. Milletin endişesi de bu şafağın sönebileceği, bitebileceği düşüncesinden kaynaklanır. Çünkü akşam şafağından sonra karanlık gelecektir. Son beşliğin ilk mısraındaki “şafak” ise sabah şafağıdır. Sabah şafağından sonra da aydınlık gelecektir.
Âkif, akşam şafağında yüzen al sancağın, bu yurdun üstünde tüten en son ocak sönmeden; yani, en son Türk ferdi şehit olmadan sönmeyeceğini vurgular. Çünkü o, ancak ve ancak Türk milletinin “yıldız”ıdır ve semalarda parlamaya devam edecektir. Burada “yıldız” kelimesi tevriyeli kullanılmıştır; gökyüzündeki yıldız ve kader, talih. Ayrıca bu kelimenin, mecazî anlamıyla Türk bayrağındaki yıldızı hatırlattığını da belirtmemiz gerekir. Nasıl gökyüzündeki yıldıza ulaşmaya kimsenin gücü yetmeyecekse, Türk bayrağındaki yıldıza el uzatmaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu sebeple korkmaya lüzum yoktur. Birinci dörtlükteki “o benim” söz grubunun üç defa tekrar edilmesi, al sancak-millet arasındaki bağın sağlamlığını ve sahiplenme duygusunun güçlülüğünü vurgulamak içindir.
İkinci dörtlük, doğrudan doğruya bayrağa hitaptır. Bu defa bayrak, “hilâl” kelimesi ile karşılanmakta ve onun bir diğer unsuru vurgulanmaktadır. Hilâl, Türk bayrağındaki aydır. Mecaz sanatı yapılmış; parça söylenerek bütün kastedilmiştir. Ayrıca ilk üç mısra içinde bir sevgili imajı ile karşılaşırız. Divan edebiyatında hilâl, sevgilidir ve sevgilinin kaşı, çoğu zaman hilâle benzetilir. Hilâl, nazlı bir sevgili gibi, çehresini, kaşlarını çatmış, kızgınlık içinde mensubu olduğu milletten fedakârlık beklemektedir. Bu sebeple millete gülmez. Çünkü bayrak, yukarıda vurguladığımız endişe içindedir.
Mehmet Âkif, son beşlikte de çok büyük ölçüde bayrağa hitap eder. Burada, birinci ve ikinci dörtlükteki endişenin tamamiyle ortadan kalktığı müşahede edilir. Artık “şanlı hilâl”, sabah şafaklarında ebediyen dalgalanacaktır. Onun için “izmihlâl” söz konusu değildir. Hürriyet, hep hür yaşamış olan Türk bayrağının hakkıdır.
Müslümanlık/Din: Türk milletinin bir diğer vasfı, samimî bir Müslüman olması, Allah’a tapmasıdır. Dolayısıyla İslâm dini, onun temel değerlerinden birisidir. Şiirin en vurgulu mısralarının başında gelen ve asıl mesajı üzerinde taşıyan aşağıdaki mısraın iki defa tekrar edilmesini bu noktada düşünmek gerekir.
Hakkıdır Hakk’a tapan, milletimin istiklâl
Türk milleti, kılıç zoruyla değil, kendi tercihi, aklı ve gönlüyle Müslüman olmuş; en az sekiz-dokuz asır bütün samimiyeti ve yürekten bağlılığı ile İslâmın bayraktarlığını yapmıştır. Onun her gün bir başka ufka taşıdığı “Kızılelma” ideali, Müslüman olmasıyla birlikte dinamizmini “ilâ-yı kelimetullah” felsefesinden almıştır.
Şiirin dördüncü, sekizinci ve dokuzuncu dörtlükleri, milletin bu vasfı ve değeri ekseninde şekillenmiştir. Şiirin bütünündeki “Hakk, Hüdâ, İlâhî, Arş, îmân, cennet, şehit, şühedâ, şehâdet, mabed, ezan, rûh, din,” kelimeleri, gerek anlam gerekse çağrışım olarak güçlü bir dinî atmosfer oluşturur.
Dördüncü dörtlükte düşmanla Türk’ün mukayesesi söz konusudur. Burada maddî güç ile dinî güç, mukayese kriteri olarak kullanılmıştır. Yani; düşman savaşın maddî gücü durumundaki silah ve teçhizat bakımından üstün; Türk milleti ise inanç ve iman bakımından üstündür. Türk milletinin göğsü iman doludur; Hakk’a tapar. Elbette ki, bu iman onu güçlü kılar. Üstelik o, Kur’ân-ı Kerim’de vadedilen ilahî yardıma inanır. Çünkü Allah, kendine inanlara, kendi yolunda yürüyenlere yardım vadetmiştir.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Batı’nın sadece maddî güce, teknolojiye, çelik zırhlara dayanan gücü, böyle bir imanı boğamaz. Çünkü maddeyi, silahı kullanacak olan insandır. İnsanı gözünü kırpmadan savaşın ateşine götüren güç de ideal ve imandır. Mücadele gücünü sadece elindeki silahtan alan bir insan niçin savaşsın? Hâlbuki Türk askeri, canından aziz bildiği hürriyeti, vatanı, dini, bayrağı ve diğer mukaddes değerleri için savaşmaktadır. Bu savaşın sonunda onun için iki rütbe vardır; gazilik ve şehitlik. İnanan bir insan için, bundan daha büyük bir rütbe olamaz.
Burada “Hakk” kelimesi, öncelikle “halk eden, yaratan, Allah” anlamında kullanılmıştır. Aynı kelimeye, tevriye sanatı içinde “hak, adalet, hukuk” mânâları vermek de mümkündür. Her ikisi de Türk milletinin değişmez vasfıdır. Yani; Türk milleti samimî olarak Allah’a inanır ve ona tapar; Türk milleti, -İslâmiyet’in de en büyük prensiplerinden biri olan- “hak, hukuk, adalet” değerlerine taparcasına bağlıdır. Söz konusu değerlere sahip olan Türk milleti, istiklâli, vatanı, hürriyeti, dini, bayrağı için o kadar mücadele vermiştir ki, istiklâl ve hürriyet, onun kazanılmış “hak”kıdır.
Sekiz ve dokuzuncu dörtlüklerdeki şehitlerin arzuları da, şiirin dinî atmosferini güçlendirir. Şehitlerin Allah’tan isteği şudur: Mabet ve mukaddeslere, düşman eli uzanmasın; İslâm dininin sembolü olan ezan sesi ebediyete kadar bu yurdun semalarından silinmesin. Eğer şehitlerin bu arzu ve istekleri gerçekleşirse, sevinç ve mutluluktan -varsa- mezar taşları büyük bir coşku ile Allah’a binlerce şükür secdesine kapanacak; her bir yarasından kanlar boşanan cesetleri yerden mücerret bir ruh gibi fışkıracak ve başları Arş’a değecektir.
Sekizinci dörtlükteki “şehâdet” kelimesi de tevriyeli kullanılmıştır. Bir: Ezandaki “Eşhedü enlâ ilâhe illallah” ve “Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah” cümleleri; “Ben şâhitlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” ve “Ben şâhitlik ederim ki, Muhammed Allah’ın rasulüdür.” mânâlarındadır. Allah’tan başka ilah olmadığını ve Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu kabul etme, İslâm dininin ilk ve temel prensibidir. İki: Bir yerde ezanın okunması, o yerde İslâm’ın varlığına delildir; yani ezan, o yerde dinin varlığına şâhitlik etmiş olur.
Vatanseverlik/Vatan: Milletler, bütün değerleri ile birlikte varlıklarını sürdürebilmek için sınırları belli ve kendine ait bir coğrafyaya muhtaçtırlar. Aksi takdirde hür bir millet varlığından bahsedilemez. Coğrafyayı kutsal kılan veya toprağı vatan seviyesine yükselten sır, coğrafya ile insan arasındaki ilişkiler yumağında gizlidir. Yani milletler, üzerinde yaşadıkları toprağı yüzyıllar içinde, alın teri, el emeği, maddî ve manevî kültür değerleri ve uğruna döktükleri kanlarıyla vatanlaştırırlar. Türk milleti, bin yıldır üzerinde yaşadığı Anadolu coğrafyasını, işte böyle bir süreç içinde vatanlaştırmıştır.
İstiklâl Marşı’nın bir başka muhteva unsuru, Tür milletinin temel karakter özelliklerinden ikincisi durumundaki vatanseverlik ve bunun sonucu olan vatan değeridir. Altıncı ve yedinci dörtlükler tamamen vatan değerine; onun kıymet ve öneminin vurgulanmasına ayrılmıştır. Bahis konusu değer, şiirin bütününde üç defa “vatan”, üç defa da “yurt” kelimesi ile karşılanmıştır.
Vatan bugün (1920), “alçak”ların “hayâsız” saldırısına uğramış; üzerinde ve altındaki değerleriyle birlikte işgal tehlikesiyle yüz yüze kalmıştır. Hâlbuki o, Türk milleti için hem kutsal bir değer hem de hür bir hayat ve varlık tapusudur. Bundan da öte vatan bir “cennet”tir. Şiirde iki defa tekrar edilen “cennet” kelimesi, zengin bir çağrışım dünyasına sahiptir. İnanan bir mümin için ondan güzel, rahat, sıkıntısız, hür, mübarek bir mekân düşünülemez. Üstelik vatan, altıyla da kutsaldır. Çünkü kanlarıyla onu âdeta sulamış; canlarını onun uğruna seve seve vermiş milyonlarca “ata”, “şühedâ”nın mekânı yine vatandır. O kadar ki, toprağı sıksan şehit fışkıracaktır. Elbette ki böyle bir vatan, “toprak” diyerek basılıp geçilemez, küçümsenemez, düşmanın murdar çizmelerine terk edilemez. Her biri bir şehit oğlu veya şehit torunu olan Türk insanı, bu gerçeği unutmamalıdır. Şehitler, vatan hür olduğu, vatanın mukaddesleri korunduğu müddetçe rahat ve huzur içinde olabileceklerdir.
İstiklâl Marşı güftesinin kabulünden hemen sonra beste yarışması açılmış; Sadettin Arel, Lemi Atlı, Zati Arca, Rauf Yekta, Sadettin Kaynak, Muhlis Sabahattin, Suphi Ezgi, Zeki Üngör, Ali Çağatay, Giriftzen Asım Bey gibi yirminin üstünde ünlü ismin katıldığı yarışma, çok yoğun işler ve savaşın olağanüstü şartları sebebiyle o günlerde sonuçlandırılamamıştır. Bu yüzden İstiklâl Marşı, uzun süre farklı bestelerle çalınıp söylenmiştir. 1924’te Ali Çağatay’ın çalışması, İstiklâl Marşı’nın bestesi kabul edilerek bu karışıklığa son verilmiş; ancak 1930’da bu besteden vazgeçilerek hâlen yürürlülükte olan Zeki Üngör’ün bestesine geçilmiştir.
II- İSTİKLÂL MARŞI’NIN MUHTEVASI
İstiklâl Marşı’nın muhtevası, iki ana temel üzerine oturur: Bunlar: Bir; Türk milleti, onun vatanı, istiklâli, dini ve bayrağının düşman saldırısı karşısındaki durumu ve bunun millet nezdinde doğurduğu ciddî endişe. İki; bu endişeye mahâl olmadığı inancı ve bunun Türk milletine bağlı gerekçeleri. Metin, ilk kelimesinden son kelimesine kadar bu iki ana temel üzerine inşa edilmiş; bu iki ana eksen çevresinde doğup gelişmiştir.
Muhtevanın iç veya alt birimlerini ise; Türk milletinin değer (hürriyet, istiklâl, din, vatan, bayrak) ve nitelikleri (hürriyet severlik, imanlılık/Hakk’a tapmak, vatanseverlik, kahramanlık) ile düşmanın nitelikleri (alçaklık, hayâsızlık, medenîlik (!), çılgınlık, maddî güçlülük) oluşturmaktadır. Türk milletine ait söz konusu değer ve niteliklerin her biri, -çoğu zaman- bir “mânâ birliği” seviyesinde ele alınmış ve ön plâna çıkarılmıştır. Düşmana ait nitelikler ise, dördüncü dörtlükte mukayeseli bir şekilde ve daha belirgin olarak vurgulanırken diğer dörtlüklerden bazılarında yer yer sezdirilmiştir.
İstiklâl Marşı’mız, Türk milletinin duyduğu endişenin yersiz olduğunu haykıran “Korkma!” emriyle başlamaktadır. Buradaki “korkmak” fiilinin temel anlamında kullanılmadığını belirtmemiz gerekir. Kelimelerin iki farklı mânâ dünyası vardır. Bunlar; temel anlam ve yan anlamdır. “Ali karanlıktan korktu.”, “Ayşe köpekten korkar.” cümlelerindeki “korkmak” kelimeleri, temel anlamda kullanılmıştır. Hâlbuki İstiklâl Marşı’ndaki bu fiil, asıl anlamında değil, yan anlamlarından biri olan “endişe etmek, kaygılanmak” anlamında kullanılmıştır. Aynı kelimenin dördüncü dörtlüğün ikinci mısraındaki mânâsı da aynıdır. Mehmet Âkif’in “korkmak” fiilini, emir kipinde ve iki defa kullanmasının amacı, hem Türk milletinin ne ölçüde ciddî endişe içinde olduğunu sezdirmek hem de böyle bir endişeye lüzum olmadığını vurgulayarak onu ortadan kaldırmaktır.
Metnin büyük bir bölümünde varlığını sürdüren; dolayısıyla muhtevada önemli bir yer işgal eden millet, bayrak ve şehidlerin derinden duyduğu endişe nedir? Bu sorunun cevabı, ilk kelimeden sonra ortaya konmakla beraber, diğer dörtlüklerde de parça parça sezdirilmektedir. Endişe; “alçaklar”ın “hayâsızca akın”larıyla vatanı işgal edebileceği, iman dolu göğüslerin boğulabileceği, kutsal değerlere “nâ-mahrem” elinin uzanabileceği, ezanların susturulabileceği, vatanın semalarında dalgalanan bayrağın gönderinden indirilebileceği ve istiklâline son verilen Türk milletine esaret zincirinin vurulabileceği ihtimalidir. Burada dikkati çeken husus; söz konusu endişenin belli değerler üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır. Bunlar; bayrak, hürriyet, istiklâl, vatan ve dindir. Elbette ki bunlar, doğrudan doğruya Türk milletine bağlıdır ve Türk milletinin varlık değerleridir. Türkün bayrağı, hürriyeti, istiklâli, vatanı ve dininin olmadığı bir ortamda, onun varlığından da bahsedilemeyecektir. Toplumlar veya insan yığınları, ancak ve ancak bu değerlere sahip oldukları müddetçe var ve millet olabilirler. Bu noktada “korkmak” fiilinin alelâde bir korkudan çok farklı; mukaddes bir endişe mânâsında kullanılmış olduğu gerçeği, daha açık bir biçimde anlaşılmış olur. O zaman millet, bayrak ve şehitlerin endişelerinde ne kadar haklı oldukları ortaya çıkar.
Türk milleti, onun bayrak ve şehitlerini böyle kutsal bir endişeye sürükleyen sebep veya sebepler nedir? Bu sorunun cevabını, iki, üç ve dördüncü dörtlüklerde bulmak mümkündür. Çünkü Marş’ın muhtevasındaki ana unsurlardan birini düşman teşkil eder. Türk milleti, İstiklâl Savaşı’nı bir düşmana karşı vermektedir. Düşman; en genel anlamıyla “Garb”tır. Ayrıntılarda ise; kendilerini “medenî” sıfatıyla lanse eden, ama “tek dişi kalmış canavar”dan farksız olan “alçaklar” ve Türk vatanına “hayâsızca” saldıran “çılgın”lardır. Bir başka ifadeyle; silah ve silah teknolojisi açısından son derece güçlü olan Batı ve onun uşakları, “medeniyet” maskesi arkasına saklanarak “tek dişi kalmış canavar” gibi, “hayâsızca” Türkün vatanına saldırmakta, işgale kalkışmakta ve durmadan da “ulumak”tadırlar. Saldırılarının hiçbir haklı gerekçesi olmadığı için onlar birer “alçak”tırlar. Düşmanın “bugün bizden istedikleri, ne filan vilayet, ne filan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, varlığımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.” Kısacası düşman; alçaklık, hayâsızlık, çılgınlık, maddî güçlülük, medenîlik (!) vasıflarına sahiptir.
Elbette ki bu endişe, sadece, Anadolu’nun 1918’den sonra adım adım işgal edilmesi olayından kaynaklanmaz. Tâ Haçlı Seferleri’nden bu yana asırların Türk milletinin hafızasına kabus gibi kazıdığı bir Batı gerçeği vardır. Özellikle Doksanüç, Trablus, Balkan, Birinci Dünya harpleri, böyle bir Batı’yı çok daha iyi tanımamıza vesile olur. Âkif, Safahât’ının değişik yerlerinde ve özellikle Çanakkale Şehitleri isimli destanında bu Batı’yı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
...............................................................
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezîl istîlâ! (s. 354)
“Medeniyet” denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün! ( s.170)
İşte emperyalist ve zâlim Batı, elimizde kalan son vatan parçası Anadolu’yu da işgale kalkınca, elbette ki, yaşayan ve şehit olan her Türk ferdi ve onların varlık sembolü olan bayrak ciddî endişeler duymuştur. Nitekim nazlı hilâl; çehresini, kaşlarını çatmış, kızgınlık içindedir ve milletine tebessüm etmez.
Âkif, öncelikle böyle bir endişeyi kafalardan ve yüreklerden silmek ister. Çünkü böyle bir endişenin kökleşmesi ve kesinleşmesi, Türk milletinin mücâdele azmini, şevkini, heyecanını büsbütün kıracak ve korkulan durumun gerçekleşmesine zemin hazırlayacaktır. Ümitsizlik, insanların ve milletlerin mücâdele azmini yok edip elini kolunu bağlayan en büyük hastalıktır. Nitekim o günlerde “manda” zilletinden başka çıkar yolun kalmadığını açıkça telaffuz edenler vardır. Bu durumu çok iyi bilen Safahât şairi, öncelikle endişenin yersizliğini vurgulamaya; bu endişe ortamında doğabilecek ye’se engel olmaya çalışır. Daha da önemlisi, ümit, iman, şevk ve kendine güven duygusu aşılar. Söz konusu tavır, onun en karakteristik niteliklerinden birisidir. Bu sebepledir ki, ilk mısradan son mısraya kadar İstiklâl Marşı’na hâkim olan temel duygu, bedbinlik değil, nikbinliktir.
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak....
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. ( s.175)
Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen,
Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen! ( s.54)
Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan; ( s.155)
Mehmet Âkif inanır ki; bu yurdun üstünde yaşayan en son Türk insanı, vatanı ve bayrağı uğruna şehit olmadığı müddetçe, ufuklarındaki al sancak dalgalanmaya devam edecektir. Onca olumsuzlukların yaşandığı bir dönemde, o, bu inanç ve ümidi nereden ve hangi güçten alır? Bu sorular bizi, Türk milleti; onun değer ve niteliklerine götürecektir.
Türk milleti: İstiklâl Marşı’nın en büyük ve asıl muhteva unsuru, Türk milletidir. Metnin çok büyük bir bölümü, Türk milleti; onun değer ve niteliklerinin anlatımına tahsis edilmiştir. Hatta o, doğrudan doğruya Türk milletinin topyekün ve bir ağızdan cephede savaşan ordusuna, kendisini Türk hisseden dün, bugün ve yarının nesillerine ve daha da önemlisi bütün dünyaya haykırışıdır. Metin boyunca yedi defa tekrar edilen “ben” zamirinin tamamı ve altı defa tekrar edilen “sen” zamirinin ikisinin muhatabı, Âkif’in kendisi değil, doğrudan doğruya Türk milletidir. Şairin “ben” zamirini tercihi, Türk milletinin birlik, bütünlük ve tek yumruk oluşunu sezdirme düşüncesindendir. Bunlara, dört defa tekrar edilen “millet” ile iki defa tekrar edilen “ırk” kelimelerini de ilave etmek gerekir. Unutulmamalıdır ki, bu şiir, Türk milletinin İstiklâl Marşı’dır.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Türk milleti, -en az- iki bin beş yüz yıllık tarihi içinde, kendine has değer ve vasıfları olan bir millettir. Onu millet yapan da bu nitelik ve değerlerdir. Bunun şuurunda olan Âkif, muhayyel bir milletten değil, kendine has değerleriyle milletler camiasında temayüz etmiş bir milletten bahseder ve onu değerleriyle dikkatlere sunar. Türk milletinin vasıfları; hürriyet severlik, imanlılık/Hakk’a tapmak, hakseverlik, vatanseverlik, kahramanlık; değerleri de; hürriyet, istiklâl, bayrak, din (İslâmiyet), vatan ve hak-hukuktur. Söz konusu değer ve vasıflar arasında öncelik-sonralık veya önemli-önemsiz ayrımı yapmak mümkün değildir. Onlar, birbirini tamamlayan, birbirinden ayrı düşünülemeyen ve -eskilerin ifadesiyle- birbirinin “lâzım ve melzûm”u olan değer ve vasıflardır. Nitekim, değerlerle nitelikler arasında çok açık bir paralellik vardır. Bu da son derece tabiîdir. Çünkü kıymet ve önem verdiğimiz bir şey bizim değerimiz; bizi biz yapan değerimiz de vasfımız olacaktır.
Hürriyet Severlik/Hürriyet/İstiklâl: Türk milletinin temel karakter özelliklerinin başında hürriyet severlik gelir. Hürriyet severlik hayata, hürriyet ve istiklâl olarak yansıyacaktır. Onun içindir ki, Türk milleti tarihi boyunca hep hür yaşamış, bundan sonra da hür yaşayacaktır. Üçüncü dörtlüğün ilk mısraında yer alan “yaşadım” ve “yaşarım” fiilleri, bilinçli olarak dili geçmiş ve geniş zaman kiplerinde kullanılmıştır. Birincisi geçmişi, ikincisi geleceği ifade eder. Birinci fiil, üstelik “ezel” kelimesiyle daha da güçlendirilmiştir. Zaten dörtlüğün bütününde Ergenekon Destanı imajı çok açıktır. Böylece Âkif, hem millete hem de şiire tarihî bir derinlik kazandırmış olur. Ezelden beri hür yaşamış bir millet için hürriyet, istiklâl veya hür yaşama, o milletin en tabiî karakter özelliklerinden biri olacaktır.
İşte böyle bir millete esaret zinciri vurmaya kalkışmak, apaçık bir “çılgınlık”tır. Çılgınlık; duyulan aşırı öfke, kin veya şuursuzluk sebebiyle yapmaya kalkıştığı iş veya harekette, gerçekleri hiç görmeyen, bunda akıl ve mantığını hiç dikkate almayan insanın vasfıdır. Bir anlamda deliliktir. Çünkü Türk milleti hürriyet uğruna “kükremiş bir sel” gibi bütün bendleri, engelleri, zorlukları çiğneyip aşacak; dağları yırtacak, enginlere sığmayıp taşacaktır. Âkif’i rahatlatan, ümit var eden ve ona endişeleri yersiz bulduran güç budur. Yani; Türk’ün tarihi boyunca ortaya koyduğu hürriyet severlik karakteri ve onun hürriyet ve istiklâli temel değer olarak kabul etmesi. Çünkü Âkif bilir ki: “... Türkler’in yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet bir hakikattır. Halbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâli bu kadar eski zamandan başlayan bir millet yoktur. Türk için istiklâlsiz hayat müstahîldir. Tarih de gösteriyor ki Türk, istiklâlsiz yaşayamamıştır.”
Bayrak: İstiklâl Marşı’mızın bir başka muhteva çekirdeğini bayrak teşkil eder. Aslında Türk milletinin temel değerlerinden biri olan bayrak, doğrudan doğruya hürriyet severlik karakteri ve hürriyet, istiklâl değerlerine bağlıdır. Çünkü bayrak, mensubu olduğu milletin hürriyet, istiklâl, kimlik ve kişiliğinin sembolü; söz konusu karakter ve değerlerin müşahhas ifadesidir.
Şiirin birinci ikinci ve onuncu dörtlükleri, hemen hemen bütünüyle bayrağa ayrılmış ve “al sancak”, “yıldız”, “hilâl”, “bayrak” kelimeleriyle karşılanılmıştır. Birici dörtlükte bayrakla ilgili bir renk imajıyla karşılaşıyoruz. “al”, “şafak”, “ocak”, “tüten”, “sönmek” kelimeleri, zihnimizde kızıl rengin hâkim olduğu, bir ateş imajına zemin hazırlar. Buradaki renk imajı, aynı zamanda savaşı da düşündürür. Al sancak, kızıl rengin hâkim olduğu şafaklarda yüzmektedir. Bayrağa ait bir sıfat olan “yüzen” kelimesi, “dalgalanmak” anlamının yanında “bolluk” anlamına da sahiptir. Ancak buradaki “şafak”, sabah şafağı değil, akşam şafağıdır. Milletin endişesi de bu şafağın sönebileceği, bitebileceği düşüncesinden kaynaklanır. Çünkü akşam şafağından sonra karanlık gelecektir. Son beşliğin ilk mısraındaki “şafak” ise sabah şafağıdır. Sabah şafağından sonra da aydınlık gelecektir.
Âkif, akşam şafağında yüzen al sancağın, bu yurdun üstünde tüten en son ocak sönmeden; yani, en son Türk ferdi şehit olmadan sönmeyeceğini vurgular. Çünkü o, ancak ve ancak Türk milletinin “yıldız”ıdır ve semalarda parlamaya devam edecektir. Burada “yıldız” kelimesi tevriyeli kullanılmıştır; gökyüzündeki yıldız ve kader, talih. Ayrıca bu kelimenin, mecazî anlamıyla Türk bayrağındaki yıldızı hatırlattığını da belirtmemiz gerekir. Nasıl gökyüzündeki yıldıza ulaşmaya kimsenin gücü yetmeyecekse, Türk bayrağındaki yıldıza el uzatmaya da kimsenin gücü yetmeyecektir. Bu sebeple korkmaya lüzum yoktur. Birinci dörtlükteki “o benim” söz grubunun üç defa tekrar edilmesi, al sancak-millet arasındaki bağın sağlamlığını ve sahiplenme duygusunun güçlülüğünü vurgulamak içindir.
İkinci dörtlük, doğrudan doğruya bayrağa hitaptır. Bu defa bayrak, “hilâl” kelimesi ile karşılanmakta ve onun bir diğer unsuru vurgulanmaktadır. Hilâl, Türk bayrağındaki aydır. Mecaz sanatı yapılmış; parça söylenerek bütün kastedilmiştir. Ayrıca ilk üç mısra içinde bir sevgili imajı ile karşılaşırız. Divan edebiyatında hilâl, sevgilidir ve sevgilinin kaşı, çoğu zaman hilâle benzetilir. Hilâl, nazlı bir sevgili gibi, çehresini, kaşlarını çatmış, kızgınlık içinde mensubu olduğu milletten fedakârlık beklemektedir. Bu sebeple millete gülmez. Çünkü bayrak, yukarıda vurguladığımız endişe içindedir.
Mehmet Âkif, son beşlikte de çok büyük ölçüde bayrağa hitap eder. Burada, birinci ve ikinci dörtlükteki endişenin tamamiyle ortadan kalktığı müşahede edilir. Artık “şanlı hilâl”, sabah şafaklarında ebediyen dalgalanacaktır. Onun için “izmihlâl” söz konusu değildir. Hürriyet, hep hür yaşamış olan Türk bayrağının hakkıdır.
Müslümanlık/Din: Türk milletinin bir diğer vasfı, samimî bir Müslüman olması, Allah’a tapmasıdır. Dolayısıyla İslâm dini, onun temel değerlerinden birisidir. Şiirin en vurgulu mısralarının başında gelen ve asıl mesajı üzerinde taşıyan aşağıdaki mısraın iki defa tekrar edilmesini bu noktada düşünmek gerekir.
Hakkıdır Hakk’a tapan, milletimin istiklâl
Türk milleti, kılıç zoruyla değil, kendi tercihi, aklı ve gönlüyle Müslüman olmuş; en az sekiz-dokuz asır bütün samimiyeti ve yürekten bağlılığı ile İslâmın bayraktarlığını yapmıştır. Onun her gün bir başka ufka taşıdığı “Kızılelma” ideali, Müslüman olmasıyla birlikte dinamizmini “ilâ-yı kelimetullah” felsefesinden almıştır.
Şiirin dördüncü, sekizinci ve dokuzuncu dörtlükleri, milletin bu vasfı ve değeri ekseninde şekillenmiştir. Şiirin bütünündeki “Hakk, Hüdâ, İlâhî, Arş, îmân, cennet, şehit, şühedâ, şehâdet, mabed, ezan, rûh, din,” kelimeleri, gerek anlam gerekse çağrışım olarak güçlü bir dinî atmosfer oluşturur.
Dördüncü dörtlükte düşmanla Türk’ün mukayesesi söz konusudur. Burada maddî güç ile dinî güç, mukayese kriteri olarak kullanılmıştır. Yani; düşman savaşın maddî gücü durumundaki silah ve teçhizat bakımından üstün; Türk milleti ise inanç ve iman bakımından üstündür. Türk milletinin göğsü iman doludur; Hakk’a tapar. Elbette ki, bu iman onu güçlü kılar. Üstelik o, Kur’ân-ı Kerim’de vadedilen ilahî yardıma inanır. Çünkü Allah, kendine inanlara, kendi yolunda yürüyenlere yardım vadetmiştir.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Batı’nın sadece maddî güce, teknolojiye, çelik zırhlara dayanan gücü, böyle bir imanı boğamaz. Çünkü maddeyi, silahı kullanacak olan insandır. İnsanı gözünü kırpmadan savaşın ateşine götüren güç de ideal ve imandır. Mücadele gücünü sadece elindeki silahtan alan bir insan niçin savaşsın? Hâlbuki Türk askeri, canından aziz bildiği hürriyeti, vatanı, dini, bayrağı ve diğer mukaddes değerleri için savaşmaktadır. Bu savaşın sonunda onun için iki rütbe vardır; gazilik ve şehitlik. İnanan bir insan için, bundan daha büyük bir rütbe olamaz.
Burada “Hakk” kelimesi, öncelikle “halk eden, yaratan, Allah” anlamında kullanılmıştır. Aynı kelimeye, tevriye sanatı içinde “hak, adalet, hukuk” mânâları vermek de mümkündür. Her ikisi de Türk milletinin değişmez vasfıdır. Yani; Türk milleti samimî olarak Allah’a inanır ve ona tapar; Türk milleti, -İslâmiyet’in de en büyük prensiplerinden biri olan- “hak, hukuk, adalet” değerlerine taparcasına bağlıdır. Söz konusu değerlere sahip olan Türk milleti, istiklâli, vatanı, hürriyeti, dini, bayrağı için o kadar mücadele vermiştir ki, istiklâl ve hürriyet, onun kazanılmış “hak”kıdır.
Sekiz ve dokuzuncu dörtlüklerdeki şehitlerin arzuları da, şiirin dinî atmosferini güçlendirir. Şehitlerin Allah’tan isteği şudur: Mabet ve mukaddeslere, düşman eli uzanmasın; İslâm dininin sembolü olan ezan sesi ebediyete kadar bu yurdun semalarından silinmesin. Eğer şehitlerin bu arzu ve istekleri gerçekleşirse, sevinç ve mutluluktan -varsa- mezar taşları büyük bir coşku ile Allah’a binlerce şükür secdesine kapanacak; her bir yarasından kanlar boşanan cesetleri yerden mücerret bir ruh gibi fışkıracak ve başları Arş’a değecektir.
Sekizinci dörtlükteki “şehâdet” kelimesi de tevriyeli kullanılmıştır. Bir: Ezandaki “Eşhedü enlâ ilâhe illallah” ve “Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah” cümleleri; “Ben şâhitlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” ve “Ben şâhitlik ederim ki, Muhammed Allah’ın rasulüdür.” mânâlarındadır. Allah’tan başka ilah olmadığını ve Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu kabul etme, İslâm dininin ilk ve temel prensibidir. İki: Bir yerde ezanın okunması, o yerde İslâm’ın varlığına delildir; yani ezan, o yerde dinin varlığına şâhitlik etmiş olur.
Vatanseverlik/Vatan: Milletler, bütün değerleri ile birlikte varlıklarını sürdürebilmek için sınırları belli ve kendine ait bir coğrafyaya muhtaçtırlar. Aksi takdirde hür bir millet varlığından bahsedilemez. Coğrafyayı kutsal kılan veya toprağı vatan seviyesine yükselten sır, coğrafya ile insan arasındaki ilişkiler yumağında gizlidir. Yani milletler, üzerinde yaşadıkları toprağı yüzyıllar içinde, alın teri, el emeği, maddî ve manevî kültür değerleri ve uğruna döktükleri kanlarıyla vatanlaştırırlar. Türk milleti, bin yıldır üzerinde yaşadığı Anadolu coğrafyasını, işte böyle bir süreç içinde vatanlaştırmıştır.
İstiklâl Marşı’nın bir başka muhteva unsuru, Tür milletinin temel karakter özelliklerinden ikincisi durumundaki vatanseverlik ve bunun sonucu olan vatan değeridir. Altıncı ve yedinci dörtlükler tamamen vatan değerine; onun kıymet ve öneminin vurgulanmasına ayrılmıştır. Bahis konusu değer, şiirin bütününde üç defa “vatan”, üç defa da “yurt” kelimesi ile karşılanmıştır.
Vatan bugün (1920), “alçak”ların “hayâsız” saldırısına uğramış; üzerinde ve altındaki değerleriyle birlikte işgal tehlikesiyle yüz yüze kalmıştır. Hâlbuki o, Türk milleti için hem kutsal bir değer hem de hür bir hayat ve varlık tapusudur. Bundan da öte vatan bir “cennet”tir. Şiirde iki defa tekrar edilen “cennet” kelimesi, zengin bir çağrışım dünyasına sahiptir. İnanan bir mümin için ondan güzel, rahat, sıkıntısız, hür, mübarek bir mekân düşünülemez. Üstelik vatan, altıyla da kutsaldır. Çünkü kanlarıyla onu âdeta sulamış; canlarını onun uğruna seve seve vermiş milyonlarca “ata”, “şühedâ”nın mekânı yine vatandır. O kadar ki, toprağı sıksan şehit fışkıracaktır. Elbette ki böyle bir vatan, “toprak” diyerek basılıp geçilemez, küçümsenemez, düşmanın murdar çizmelerine terk edilemez. Her biri bir şehit oğlu veya şehit torunu olan Türk insanı, bu gerçeği unutmamalıdır. Şehitler, vatan hür olduğu, vatanın mukaddesleri korunduğu müddetçe rahat ve huzur içinde olabileceklerdir.
Vatansızlığın ızdırabını bilmeyenler, Âkif’in dilinde ifadesini bulan Türk’ün duasını anlamakta güçlük çekeceklerdir.
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Kahramanlık: Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız Türk milletinin temel değer ve vasıfları, tabiî olarak kahramanlık vasfını beraberinde getirir veya bu vasfı mecburî kılar. Kahraman, cesur, korkusuz ve mücadeleci olmayan bir milletin, milletler arenasında hür olması veya hürriyet ve istiklâlini koruyabilmesi mümkün değildir. Millet olmada vazgeçilmez olan değerler, ona sahip olmak isteyen toplum ve insanlardan birtakım fedakârlıklar ister. Bedelsiz değer olmaz, olamaz. Aksi takdirde onun değer olduğu iddia edilemeyecektir. Bunun için de kahraman olmak gerekir. Türk milleti, hürriyet, bayrak, istiklâl, din, vatan gibi değerlere, bedellerini ödeyerek sahip olmuş; gerektiği zaman onlar için gözünü kırpmadan ölüme gidebilmiştir. Bu sebeple Türk milleti kahramandır.
Türk milletinin kahramanlık vasfı, şiirin bütününe yayılmış bir ruh hâlidir. “Kahraman ırk” nitelemesinin yanında, şiirin muhtevasındaki kendine güven duygusunda ve bu duygunun tabiî sonucu olan üslûbundaki erkeksi seste, bu vasfı sezmemek mümkün değildir. Özellikle üçüncü ve dördüncü dörtlüklerdeki açık meydan okuyuş ve haykırışlarda kahramanlık, korkusuzluk vasfı, çok daha açıktır.
İstiklâl Marşı, yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız muhtevasını, ütopya ve muhayyileden değil, doğrudan doğruya tarih, yaşanan hayat ve bu hayatın gerçeklerinden almıştır. İstiklal Marşı, ilhamını Türk milletinin duygu, heyecan ve isyanlarından alarak en karanlık günlerde ruhlara bir ışık olmuş; millete şevk, iman ve güç vermiş bir şiir âbidesidir. Onu güçlü, inandırıcı ve kalıcı kılan da büyük ölçüde bu yönüdür. Âkif, mensubu olduğu Türk milletini, onun tarih içinde temayüz etmiş değer ve vasıflarını çok iyi bilen, gören, sezen bir sanatkârdır. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, İstiklâl Marşı için şöyle bir değerlendirme bulunur:
“.... Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklâl Marşı’nda istiklâl davamızı anlatması bakımından büyük bir mânâsı olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklâl aşkı bu milletin ruhudur. Tarihe bakın: Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir. (...) Bizim (...) kahramanlarımız hürriyetini kaybedeceğini anlayınca nefsini ateşe vermiş ve küllerini bile düşmanına teslim etmemiştir. Türk budur. İstiklâl Marşı’nın bu pasajı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yâr ve ağyâr anlamalıdır ki Türk’ün, Mete hikâyesinde olduğu gibi herşeyi, hatta en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir, fakat hürriyeti asla... Bu pasajı her vakit tekrar ettirmek bunun için lâzımdır. Bu demektir ki, efendiler Türk’ün hürriyetine dokunulamaz.”
III- İSTİKLÂL MARŞININ ŞEKLİ/YAPISI
İstiklâl Marşı, dış yapı olarak dokuz dörtlük ve bir beşlik olmak üzere on birim, kırk bir mısra ve 257 kelimeden meydana gelmiştir. Şiirin asıl nazım birimi dörtlüktür. Son birimin beş mısradan meydana gelmesi, vurguyu güçlendirme endişesinden kaynaklanmıştır. Söz dizimi açısından tekrar olan son iki mısra, anlam açısından da aynı hükmün tekrarıdır. Metnin aynen tekrar edilen tek mısraı durumundaki son mısra, aslında İstiklâl Marşı’nın en güçlü mısralarının başında yer alır. Şiirin bütününde vurgulanmak istenen asıl mesaj, bu mısra üzerinde toplanmıştır.
Nazım birimindeki dörtlük, ilk plânda bizi kendi edebî geleneğimize götürür. Dörtlük, Halk şiirimizin en çok; Divan şiirimizin ise ikinci sırada tercih edilen bir nazım birimidir. Ancak şiirin bütününü dış yapı bakımından dikkate aldığımızda, herhangi bir klâsik nazım şekline uymadığını görürüz. Kafiye düzeni ve son birimin beşlik olması buna engel olur.
Metnin güçlü bir kafiye yapısı mevcuttur. Her dörtlük kendi arasında kafiyelenmiştir. Sadece son beşliğin dördüncü mısraı serbesttir. İkinci dörtlükle son beşliğin üçer kafiye kelimesi (hilâl, celâl, istiklâl) ise ortaktır. Kafiyeyi güçlü kılan temel unsur; kırk bir kafiye kelimesinin 3/4’nün isim ve isim soyundan seçilmiş olmasıdır. İsim ve isim soyundan kelimelerle kafiye yapmak, şiirde daha çok tercih edilen bir husustur. Üstelik Âkif, çok büyük ölçüde -zaman zaman tunç kafiyeye ulaşan- zengin kafiye kullanır. Üç ve dokuzuncu dörtlüklerde ise düzenli redif söz konusudur:
Sancak /ocak /parlayacak /ancak;hilâl /celâl /helâl /istiklâl; yaşarım /şaşarım /aşarım /taşarım; duvar /var /boğar /canavar; sakın /akın /Hakk’ın /yakın; tanı /yatanı /atanı /vatanı; fedâ /şühedâ /Hudâ /cüdâ; emeli /eli /temeli /inlemeli; taşım /yaşım /na’şım /başım; hilâl /helâl /izmihlâl /istiklâl.
İstiklâl Marşı, aruz vezninin en çok kullanılan fâilâtün (feilâlâtün)/ feilâtün/ feilâtün /feilün (fa’lün) kalıbıyla kaleme alınmıştır. Böyle bir kalıp, tabiî olarak mısraların hep aynı uzunlukta olması sonucuna zemin hazırlamış ve vezin, -kafiye ile birlikte- dış yapıyı belirleyen temel unsurlardan biri olmuştur.
Şiirin iç mimarisine dikkat ettiğimizde, muhtevanın dörtlüklere belli bir kompozisyon dâhilinde dağıldığını görürüz. Birinci dörtlük, metnin “giriş” bölümünü teşkil eder. Burada, genel bir manzara çizilerek, içinde bulunulan endişeli durum, buna duyulan isyan, bayrağı sahiplenme ihtirası ve güçlü gelecek ümidi bir arada verilir. Bundan sonraki sekiz dörtlük, “gelişme” bölümünü oluşturmaktadır. Dikkat edilirse bu dörtlükler, “giriş” veya iki ana muhteva temelinin, izahına tahsis edilmiştir. Gelişme bölümündeki dörtlükler, çoğu zaman Türk milletine ait bir değerler ekseninde şekillenmiş mânâ birliği seviyesinde karşımıza çıkmaktadır. Son beşlik ise, muhtevadaki “sonuç” bölümünü teşkil etmektedir. Bu birimde, metnin daha önceki dokuz dörtlüğünde ortaya konan hususlardan elde edilen sonuç; asıl ve kesin mesaj vurgulanmaktadır.
İstiklâl Marşı’mız güçlü ve sağlam bir muhteva kompozisyonuna sahiptir. Metin, kendi içinde birimlere ayrılmakla birlikte, birimler birbirinden bağımsız, kopuk, dağınık ve düzensiz değildir. Birimler arasında daha çok mantıkî nizamın sağladığı sıkı bir organik bağ mevcuttur. Muhteva, şiire hâkim olan heyecana rağmen, dörtlükler arasında kopmadan ve birbirinden farklı olmadan bir bütünlük içinde işlenmiştir. Böylece, edebî eserin temel niteliklerinden biri olan, birlik ve bütünlük ilkesi gerçekleştirilmiş olur.
IV- İSTİKLÂL MARŞININ DİL VE ÜSLÛBU
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazdığı tarihte, Safahât’ının beş kitabını (Safahât, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakk’ın Sesleri, Fâtih Kürsüsünde, Hâtıralar) tamamlamış, şiir vadisinde kendine has üslûbunu oturmuş ve sanatının zirvesine ulaşmış bir sanatkârdır. İstiklâl Marşı’nın dil ve üslûbu, elbette ki, Âkif’in genel dil ve üslûbu içinde yer alır ve onun küçük bir numûnesidir.
Metnin dili, kaleme aldığı dönemin yaşayan ve milletin günlük hayatında konuştuğu tabiî Türkçe’dir ve kelime kadrosu, bu dilin kelime dağarcığı içinden seçilmiştir. Muhtevası ne kadar bütün Türk milletinin ortak duygu, düşünce, heyecan, isyan ve imanıysa, dil ve kelime kadrosu da o kadar milletin ortak malıdır. Aradan geçen bunca yıla rağmen dil itibariyle tabiîliği ve canlılığını korumuş olması, bu hususun ispatıdır. Kelime kadrosunda isim ve fiiller ön plânda yer alır ve fiiller, toplam kelime sayısının 1/5’ininden fazladır. Söz konusu durum, önemli ölçüde üslûbun belirleyicisi olur.
Cümle yapısına dikkat ettiğimizde ise, fiil cümlesinin hâkim olduğunu görürüz. Şiirdeki fiiller, çoğunlukla hareket ifade eden (zincir vur-, çiğne-, aş-, yırt-, taş-, boğ-, fışkır-, dalgalan-, çat-, sar-, ulu-, feda ol-, al-, değ-, siper et-, secde et-, gül-, yaşa-) fiillerdir. Çünkü İstiklâl Marşı, santimantal, içe dönük, pasif bir millet ve onun ruh hâlinin değil; aktif, dinamik, dışa dönük bir millet ve bu milletin ruhundan taşan his, heyecan ve imanın şiiridir. Cümleler, büyük ölçüde bir mısra içinde tamamlanmaktadır. Buradan hareketle İstiklâl Marşı’nın mısra yapısını, çok büyük ölçüde cümlenin belirlediğini söyleyebiliriz.Yani; her mısra bağımsız bir cümledir. Bu yapı, aynı zamanda muhtevadaki veya muhtevayı var eden millet ruhundaki açıklık, kesinlik ve netliğin de ifadesi olur.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Birkaç yerde ise söz veya cümle, mısra atlayarak (anjanbemant) iki veya üç mısrada tamamlanmaktadır.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
İstiklâl Marşı’nın en belirgin üslûp özellikleri; açıklık, tabiîlik, sağlamlık, telkin edicilik, yüksek tonluluk, ahenklilik ve liriklik olarak sıralanabilir.
Açıklık ve tabiîlik, İstiklâl Marşı üslûbunun en belirgin özelliğidir. Bu açıklık ve tabiîlik, sadece kelime kadrosu ve cümle yapısından kaynaklanmaz. Duygu, düşünce, heyecan ve durumun ifadesinde sanatkârın tercih ettiği ifade tarzı, açıklık ve tabiîliğin asıl kaynağıdır. Şair, muhtevayı, milletin ağzından açık, net bir biçimde dile getirir. Bir başka ifadeyle, anlam birtakım sanat ve kapalı söyleyişlerle muğlaklaştırılmaz. Teşbih, mecaz, istiâre, tevriye, telmih, tekrar, imaj gibi sanatlar kullanılmakla birlikte, bunlar açıklık ve tabiîliği zedelemez. Adı geçen sanatlar, büyük ölçüde müşterek hafızanın malıdır. Ancak, söz konusu açıklık ve tabiîlik, hiç şüphesiz, basitlik veya alelâdelik anlamına da gelmez. Şiir ikliminin zirvelerine tırmanan şair, üslûbunda son derece titiz ve ustadır. Müsabakaya devrin pek çok ünlü şairi katılmasına rağmen Âkif’in şiirinin ittifakla kabul edilmesi, tesadüfî değildir.
Güçlü bir telkin, İstiklâl Marşı üslûbunun bir diğer niteliğidir. Daha metnin başındaki “Korkma!” emri, telkinî üslûbun ilk belirtisidir. Şiir boyunca da bu tavır devam eder ve son birimin son üç mısrasındaki üç kesin hükümlü cümle ile zirveye ulaşır. Bu husus, şairin Türk milleti ve ordusuna duyduğu sarsılmaz güven ile kendi ümit ve imanından doğmaktadır. Özellikle metne hâkim olan nikbîn ruh hâli, telkinî üslûbun teşekkülündeki en büyük faktördür.
İstiklâl Marşı, ses tonu güçlü, yüksek, gür bir üslûba sahiptir. “korkma”, “çatma”, “verme”, “siper et”, “dalgalan”; “gül”, “uğratma”, “geçme”, “tanı”, “incitme” gibi mısra başı ve içindeki emirler; “ey”, “arkadaş” gibi ünlemler; soru, ünlem ve kesin hükümlü cümleler, söz konusu üslubu hazırlayan temel unsurlardır. Metin, Mehmet Âkif’in ağzından değil, Türk milletinin ağzından kaleme alınmıştır. Bu sebeple o, bir milletin topyekün haykırışıdır. İkinci dörtlükte bayrağa, sekizinci dörtlükte de -şehitlerin diliyle- Allah’a yönelen hitap, tabiî olarak yumuşar ve yalvaran bir mahiyete bürünür.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda lirik bir üslûba sahiptir. Söz konusu lirizm, Marş’ın kuru bir felsefe veya hitabe olmasını önler. Ancak ondaki lirizm, sanatkârın şahsî duygu ve duyarlılığından değil, sözcüsü olduğu milletin ruhundaki hassasiyet ve heyecandan doğar. Daha açık bir ifadeyle; İstiklâl Marşı’nda ferdî lirizm değil, sosyal ve millî bir lirizm söz konusudur.
İstiklâl Marşı, ahenk ve ritim açısından da güçlüdür. Vezin, kafiye, alliterasyon, assonans, tekrar gibi lafız sanatları, ahenk ve ritmi sağlayan unsurların başında yer alır. Söz konusu sanatlarla muhteva, şairin ruh hâli ve ses tonu arasındaki sağlam uyum, şiirin ahengini daha da güçlendirir. Meselâ; -yukarıda da belirtildiği gibi- metnin güçlü bir kafiye yapısı vardır. Kafiyede dikkati çeken husus; sekizinci dörtlüğün dışındaki bütün dörtlüklerde “a” sesi üzerine kurulmuş olmasıdır. Âkif, bunu bilinçli olarak yapmış olmalıdır. Çünkü şiirin bütününe dikkat ettiğimizde aynı sesin; yani “a” ünlüsünün hâkim olduğunu görürüz.
Şiirde toplam 1459 ses vardır. Bunlardan 606’sı ünlü ( %41.5), 853’ü ünsüzdür (% 58.5). Ünlülerin 341’i (%56,2) kalın, 265’i (%43.8) incedir. Kalın ünlülerden “a” birinci (194), “ı” ikinci (88), “u” üçüncü (36), “o” dördüncü (23) sırada yer almaktadır. Görüldüğü gibi, şiirin tamamında en çok kullanılan ses “a” vokalidir. Ayrıca şiirde kalın vokaller çoğunluktadır. Söz konusu ses yapısı, hem şiirin gür ve erkeksi bir yüksek hitabet üslûbuna zemin hazırlamış hem de “a” sesi merkezinde (assonans) bir ahenk sağlamıştır.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl!
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Konsonat tablosuna baktığımızda ise, yumuşak ve sürekli seslerin yoğunlukta olduğunu görürüz. En çok kullanılan konsonlar; “n” (126), r (92), l (80), m (77), k (69), d (68)’dir. Ancak şiirde sert sessizlerden “k” (69) ve “t” (47) konsonları da geniş yer tutar. Bunların “a” sesi ile birleşmesi, hem metnin ses tonunu yükseltir ve sertleştirir hem de zaman zaman belli mısralarda yoğunlaşarak (alliterasyon) şiirin ahengini güçlendiren bir başka unsur olur.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Ben ezenden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım
Şiirde dikkati çeken üslûp unsurlarından bir diğeri; mısra, ibare, kelime, sözdizimi seviyesindeki tekrarlardır. Yukarıda “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” mısraının tekrar edildiğini söylemiştik. Şu iki mısra da, anlamlarının olumlu ve olumsuz olmaları dışında, büyük ölçüde tekrar durumundadır.
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Bunun dışındaki tekrarları şu şekilde sıralayabiliriz: İbare seviyesindeki tekrarlar: o benim (3 defa), o benim milletimin (2 defa), o zaman (2 defa). Kelime seviyesindeki tekrarlar: ben, bu (7 defa); sen (6 defa); o (5 defa), millet , gibi, da, olmak (4 defa); Hakk, hak, vatan, yurt, hür, belki (3 defa); ancak, bir, bin, dünya, ey, göğüs, helal, hilâl, cennet, ırk, ilahi, iman, istiklâl, kan, kim, korkma, ruh, şafak, şüheda, tek, üst, yarın, yer, yok, zaman, tapan, ki (2 defa). Söz dizimi seviyesindeki tekrarlar: bendimi çiğner, aşarım /enginlere sığmam taşarım; sana yok, ırkıma yok.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
O zaman yükselerek arşa değer, belki başım.
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Söz konusu tekrarlar; öncelikle muhtevaya kesinlik, açıklık ve vurgu sağlamakla görevlidirler. Bunun yanında metnin ritim ve ahengini güçlendirmede görev alırlar.
Hülâsa: Muhtevası, şekli, dili; bunları oluşturan alt unsurları ve bütün bunların sanatkârâne sentezinden oluşan üslûbu ile İstiklâl Marşı’mız, şiirin doruklarına yükselmiş bir metindir. O, Türk milletinin hürriyet severlik, vatanseverlik, kahramanlık, hakseverlik ve Hakk’a tapmak vasıfları ile istiklâl, hürriyet, bayrak, din, vatan değerlerinin en güzel ifadesidir. Türk’ün kendine güven duygusu, istiklâl ümidi, milli heyecanı, sarsılmaz imanı, onda billurlaşmıştır. Onu gür bir sesle her söyleyişimizde ruhumuzu derinden sarsan, heyecanlandıran, tüylerimizi diken diken eden sır, Âkif’in bizi çok iyi anlaması ve anlatmasında gizlidir.
Sözümüzü, İstiklâl Marşı ilgili bir anekdotla bağlayalım. Mehmet Âkif, hasta döşeğinde son günlerini yaşanmaktadır. Bazı dostları ziyaretine gelir. Söz, dönüp dolaşıp İstiklâl Marşı’na gelir ve misafirlerden biri;
“-Acaba, yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?”, cümlesini sarf eder. Mecalsiz bir şekilde yatağında uzanmakta olan Âkif birdenbire başını kaldırır ve kesin bir ifadeyle şu cümleyi söyler:
“-Allah, bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!”
Mehmet Âkif’in dua ve dileğine bütün kalbimizle katılıyor ve tekrar ediyoruz: Allah, bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!
Dipnotlar
1. Hakimiyet-i Milliye, 7 T.Sani, 1336, s.2.
2. Emin Erişgil, İslamcı Bir Şairin Romanı, T. İş Bankası Yay., Ank. 1986, s.360-361.
3. TBMM Zabıt Ceridesi, C.IX, Ank., 1954, s.13.
4. TBMM Zabıt Ceridesi, C.IX, Ank., 1954, s.86.
5. Ahmet Kabaklı, Mehmet Âkif, Toker Yay., İst., 1977, s.140
6. Yazıdaki bütün şiirler şu baskıdan alınmıştır: Mehmet Âkif Ersoy, Safahât, (Haz. M.E. Düzdağ), KTB Yay., İst., 1987.
7. Mehmet Âkif, “Manda Meselesi”, Sebilürreşad, S.437-438, 21 Ağ. 1335/1919, s.175.
8. Muhittin Nalbantoğlu, Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı, Zümrüt Yay., İst., s.11-12.
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Kahramanlık: Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız Türk milletinin temel değer ve vasıfları, tabiî olarak kahramanlık vasfını beraberinde getirir veya bu vasfı mecburî kılar. Kahraman, cesur, korkusuz ve mücadeleci olmayan bir milletin, milletler arenasında hür olması veya hürriyet ve istiklâlini koruyabilmesi mümkün değildir. Millet olmada vazgeçilmez olan değerler, ona sahip olmak isteyen toplum ve insanlardan birtakım fedakârlıklar ister. Bedelsiz değer olmaz, olamaz. Aksi takdirde onun değer olduğu iddia edilemeyecektir. Bunun için de kahraman olmak gerekir. Türk milleti, hürriyet, bayrak, istiklâl, din, vatan gibi değerlere, bedellerini ödeyerek sahip olmuş; gerektiği zaman onlar için gözünü kırpmadan ölüme gidebilmiştir. Bu sebeple Türk milleti kahramandır.
Türk milletinin kahramanlık vasfı, şiirin bütününe yayılmış bir ruh hâlidir. “Kahraman ırk” nitelemesinin yanında, şiirin muhtevasındaki kendine güven duygusunda ve bu duygunun tabiî sonucu olan üslûbundaki erkeksi seste, bu vasfı sezmemek mümkün değildir. Özellikle üçüncü ve dördüncü dörtlüklerdeki açık meydan okuyuş ve haykırışlarda kahramanlık, korkusuzluk vasfı, çok daha açıktır.
İstiklâl Marşı, yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız muhtevasını, ütopya ve muhayyileden değil, doğrudan doğruya tarih, yaşanan hayat ve bu hayatın gerçeklerinden almıştır. İstiklal Marşı, ilhamını Türk milletinin duygu, heyecan ve isyanlarından alarak en karanlık günlerde ruhlara bir ışık olmuş; millete şevk, iman ve güç vermiş bir şiir âbidesidir. Onu güçlü, inandırıcı ve kalıcı kılan da büyük ölçüde bu yönüdür. Âkif, mensubu olduğu Türk milletini, onun tarih içinde temayüz etmiş değer ve vasıflarını çok iyi bilen, gören, sezen bir sanatkârdır. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, İstiklâl Marşı için şöyle bir değerlendirme bulunur:
“.... Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklâl Marşı’nda istiklâl davamızı anlatması bakımından büyük bir mânâsı olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklâl aşkı bu milletin ruhudur. Tarihe bakın: Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattir. (...) Bizim (...) kahramanlarımız hürriyetini kaybedeceğini anlayınca nefsini ateşe vermiş ve küllerini bile düşmanına teslim etmemiştir. Türk budur. İstiklâl Marşı’nın bu pasajı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yâr ve ağyâr anlamalıdır ki Türk’ün, Mete hikâyesinde olduğu gibi herşeyi, hatta en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir, fakat hürriyeti asla... Bu pasajı her vakit tekrar ettirmek bunun için lâzımdır. Bu demektir ki, efendiler Türk’ün hürriyetine dokunulamaz.”
III- İSTİKLÂL MARŞININ ŞEKLİ/YAPISI
İstiklâl Marşı, dış yapı olarak dokuz dörtlük ve bir beşlik olmak üzere on birim, kırk bir mısra ve 257 kelimeden meydana gelmiştir. Şiirin asıl nazım birimi dörtlüktür. Son birimin beş mısradan meydana gelmesi, vurguyu güçlendirme endişesinden kaynaklanmıştır. Söz dizimi açısından tekrar olan son iki mısra, anlam açısından da aynı hükmün tekrarıdır. Metnin aynen tekrar edilen tek mısraı durumundaki son mısra, aslında İstiklâl Marşı’nın en güçlü mısralarının başında yer alır. Şiirin bütününde vurgulanmak istenen asıl mesaj, bu mısra üzerinde toplanmıştır.
Nazım birimindeki dörtlük, ilk plânda bizi kendi edebî geleneğimize götürür. Dörtlük, Halk şiirimizin en çok; Divan şiirimizin ise ikinci sırada tercih edilen bir nazım birimidir. Ancak şiirin bütününü dış yapı bakımından dikkate aldığımızda, herhangi bir klâsik nazım şekline uymadığını görürüz. Kafiye düzeni ve son birimin beşlik olması buna engel olur.
Metnin güçlü bir kafiye yapısı mevcuttur. Her dörtlük kendi arasında kafiyelenmiştir. Sadece son beşliğin dördüncü mısraı serbesttir. İkinci dörtlükle son beşliğin üçer kafiye kelimesi (hilâl, celâl, istiklâl) ise ortaktır. Kafiyeyi güçlü kılan temel unsur; kırk bir kafiye kelimesinin 3/4’nün isim ve isim soyundan seçilmiş olmasıdır. İsim ve isim soyundan kelimelerle kafiye yapmak, şiirde daha çok tercih edilen bir husustur. Üstelik Âkif, çok büyük ölçüde -zaman zaman tunç kafiyeye ulaşan- zengin kafiye kullanır. Üç ve dokuzuncu dörtlüklerde ise düzenli redif söz konusudur:
Sancak /ocak /parlayacak /ancak;hilâl /celâl /helâl /istiklâl; yaşarım /şaşarım /aşarım /taşarım; duvar /var /boğar /canavar; sakın /akın /Hakk’ın /yakın; tanı /yatanı /atanı /vatanı; fedâ /şühedâ /Hudâ /cüdâ; emeli /eli /temeli /inlemeli; taşım /yaşım /na’şım /başım; hilâl /helâl /izmihlâl /istiklâl.
İstiklâl Marşı, aruz vezninin en çok kullanılan fâilâtün (feilâlâtün)/ feilâtün/ feilâtün /feilün (fa’lün) kalıbıyla kaleme alınmıştır. Böyle bir kalıp, tabiî olarak mısraların hep aynı uzunlukta olması sonucuna zemin hazırlamış ve vezin, -kafiye ile birlikte- dış yapıyı belirleyen temel unsurlardan biri olmuştur.
Şiirin iç mimarisine dikkat ettiğimizde, muhtevanın dörtlüklere belli bir kompozisyon dâhilinde dağıldığını görürüz. Birinci dörtlük, metnin “giriş” bölümünü teşkil eder. Burada, genel bir manzara çizilerek, içinde bulunulan endişeli durum, buna duyulan isyan, bayrağı sahiplenme ihtirası ve güçlü gelecek ümidi bir arada verilir. Bundan sonraki sekiz dörtlük, “gelişme” bölümünü oluşturmaktadır. Dikkat edilirse bu dörtlükler, “giriş” veya iki ana muhteva temelinin, izahına tahsis edilmiştir. Gelişme bölümündeki dörtlükler, çoğu zaman Türk milletine ait bir değerler ekseninde şekillenmiş mânâ birliği seviyesinde karşımıza çıkmaktadır. Son beşlik ise, muhtevadaki “sonuç” bölümünü teşkil etmektedir. Bu birimde, metnin daha önceki dokuz dörtlüğünde ortaya konan hususlardan elde edilen sonuç; asıl ve kesin mesaj vurgulanmaktadır.
İstiklâl Marşı’mız güçlü ve sağlam bir muhteva kompozisyonuna sahiptir. Metin, kendi içinde birimlere ayrılmakla birlikte, birimler birbirinden bağımsız, kopuk, dağınık ve düzensiz değildir. Birimler arasında daha çok mantıkî nizamın sağladığı sıkı bir organik bağ mevcuttur. Muhteva, şiire hâkim olan heyecana rağmen, dörtlükler arasında kopmadan ve birbirinden farklı olmadan bir bütünlük içinde işlenmiştir. Böylece, edebî eserin temel niteliklerinden biri olan, birlik ve bütünlük ilkesi gerçekleştirilmiş olur.
IV- İSTİKLÂL MARŞININ DİL VE ÜSLÛBU
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazdığı tarihte, Safahât’ının beş kitabını (Safahât, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakk’ın Sesleri, Fâtih Kürsüsünde, Hâtıralar) tamamlamış, şiir vadisinde kendine has üslûbunu oturmuş ve sanatının zirvesine ulaşmış bir sanatkârdır. İstiklâl Marşı’nın dil ve üslûbu, elbette ki, Âkif’in genel dil ve üslûbu içinde yer alır ve onun küçük bir numûnesidir.
Metnin dili, kaleme aldığı dönemin yaşayan ve milletin günlük hayatında konuştuğu tabiî Türkçe’dir ve kelime kadrosu, bu dilin kelime dağarcığı içinden seçilmiştir. Muhtevası ne kadar bütün Türk milletinin ortak duygu, düşünce, heyecan, isyan ve imanıysa, dil ve kelime kadrosu da o kadar milletin ortak malıdır. Aradan geçen bunca yıla rağmen dil itibariyle tabiîliği ve canlılığını korumuş olması, bu hususun ispatıdır. Kelime kadrosunda isim ve fiiller ön plânda yer alır ve fiiller, toplam kelime sayısının 1/5’ininden fazladır. Söz konusu durum, önemli ölçüde üslûbun belirleyicisi olur.
Cümle yapısına dikkat ettiğimizde ise, fiil cümlesinin hâkim olduğunu görürüz. Şiirdeki fiiller, çoğunlukla hareket ifade eden (zincir vur-, çiğne-, aş-, yırt-, taş-, boğ-, fışkır-, dalgalan-, çat-, sar-, ulu-, feda ol-, al-, değ-, siper et-, secde et-, gül-, yaşa-) fiillerdir. Çünkü İstiklâl Marşı, santimantal, içe dönük, pasif bir millet ve onun ruh hâlinin değil; aktif, dinamik, dışa dönük bir millet ve bu milletin ruhundan taşan his, heyecan ve imanın şiiridir. Cümleler, büyük ölçüde bir mısra içinde tamamlanmaktadır. Buradan hareketle İstiklâl Marşı’nın mısra yapısını, çok büyük ölçüde cümlenin belirlediğini söyleyebiliriz.Yani; her mısra bağımsız bir cümledir. Bu yapı, aynı zamanda muhtevadaki veya muhtevayı var eden millet ruhundaki açıklık, kesinlik ve netliğin de ifadesi olur.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Birkaç yerde ise söz veya cümle, mısra atlayarak (anjanbemant) iki veya üç mısrada tamamlanmaktadır.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
İstiklâl Marşı’nın en belirgin üslûp özellikleri; açıklık, tabiîlik, sağlamlık, telkin edicilik, yüksek tonluluk, ahenklilik ve liriklik olarak sıralanabilir.
Açıklık ve tabiîlik, İstiklâl Marşı üslûbunun en belirgin özelliğidir. Bu açıklık ve tabiîlik, sadece kelime kadrosu ve cümle yapısından kaynaklanmaz. Duygu, düşünce, heyecan ve durumun ifadesinde sanatkârın tercih ettiği ifade tarzı, açıklık ve tabiîliğin asıl kaynağıdır. Şair, muhtevayı, milletin ağzından açık, net bir biçimde dile getirir. Bir başka ifadeyle, anlam birtakım sanat ve kapalı söyleyişlerle muğlaklaştırılmaz. Teşbih, mecaz, istiâre, tevriye, telmih, tekrar, imaj gibi sanatlar kullanılmakla birlikte, bunlar açıklık ve tabiîliği zedelemez. Adı geçen sanatlar, büyük ölçüde müşterek hafızanın malıdır. Ancak, söz konusu açıklık ve tabiîlik, hiç şüphesiz, basitlik veya alelâdelik anlamına da gelmez. Şiir ikliminin zirvelerine tırmanan şair, üslûbunda son derece titiz ve ustadır. Müsabakaya devrin pek çok ünlü şairi katılmasına rağmen Âkif’in şiirinin ittifakla kabul edilmesi, tesadüfî değildir.
Güçlü bir telkin, İstiklâl Marşı üslûbunun bir diğer niteliğidir. Daha metnin başındaki “Korkma!” emri, telkinî üslûbun ilk belirtisidir. Şiir boyunca da bu tavır devam eder ve son birimin son üç mısrasındaki üç kesin hükümlü cümle ile zirveye ulaşır. Bu husus, şairin Türk milleti ve ordusuna duyduğu sarsılmaz güven ile kendi ümit ve imanından doğmaktadır. Özellikle metne hâkim olan nikbîn ruh hâli, telkinî üslûbun teşekkülündeki en büyük faktördür.
İstiklâl Marşı, ses tonu güçlü, yüksek, gür bir üslûba sahiptir. “korkma”, “çatma”, “verme”, “siper et”, “dalgalan”; “gül”, “uğratma”, “geçme”, “tanı”, “incitme” gibi mısra başı ve içindeki emirler; “ey”, “arkadaş” gibi ünlemler; soru, ünlem ve kesin hükümlü cümleler, söz konusu üslubu hazırlayan temel unsurlardır. Metin, Mehmet Âkif’in ağzından değil, Türk milletinin ağzından kaleme alınmıştır. Bu sebeple o, bir milletin topyekün haykırışıdır. İkinci dörtlükte bayrağa, sekizinci dörtlükte de -şehitlerin diliyle- Allah’a yönelen hitap, tabiî olarak yumuşar ve yalvaran bir mahiyete bürünür.
Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda lirik bir üslûba sahiptir. Söz konusu lirizm, Marş’ın kuru bir felsefe veya hitabe olmasını önler. Ancak ondaki lirizm, sanatkârın şahsî duygu ve duyarlılığından değil, sözcüsü olduğu milletin ruhundaki hassasiyet ve heyecandan doğar. Daha açık bir ifadeyle; İstiklâl Marşı’nda ferdî lirizm değil, sosyal ve millî bir lirizm söz konusudur.
İstiklâl Marşı, ahenk ve ritim açısından da güçlüdür. Vezin, kafiye, alliterasyon, assonans, tekrar gibi lafız sanatları, ahenk ve ritmi sağlayan unsurların başında yer alır. Söz konusu sanatlarla muhteva, şairin ruh hâli ve ses tonu arasındaki sağlam uyum, şiirin ahengini daha da güçlendirir. Meselâ; -yukarıda da belirtildiği gibi- metnin güçlü bir kafiye yapısı vardır. Kafiyede dikkati çeken husus; sekizinci dörtlüğün dışındaki bütün dörtlüklerde “a” sesi üzerine kurulmuş olmasıdır. Âkif, bunu bilinçli olarak yapmış olmalıdır. Çünkü şiirin bütününe dikkat ettiğimizde aynı sesin; yani “a” ünlüsünün hâkim olduğunu görürüz.
Şiirde toplam 1459 ses vardır. Bunlardan 606’sı ünlü ( %41.5), 853’ü ünsüzdür (% 58.5). Ünlülerin 341’i (%56,2) kalın, 265’i (%43.8) incedir. Kalın ünlülerden “a” birinci (194), “ı” ikinci (88), “u” üçüncü (36), “o” dördüncü (23) sırada yer almaktadır. Görüldüğü gibi, şiirin tamamında en çok kullanılan ses “a” vokalidir. Ayrıca şiirde kalın vokaller çoğunluktadır. Söz konusu ses yapısı, hem şiirin gür ve erkeksi bir yüksek hitabet üslûbuna zemin hazırlamış hem de “a” sesi merkezinde (assonans) bir ahenk sağlamıştır.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl!
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Konsonat tablosuna baktığımızda ise, yumuşak ve sürekli seslerin yoğunlukta olduğunu görürüz. En çok kullanılan konsonlar; “n” (126), r (92), l (80), m (77), k (69), d (68)’dir. Ancak şiirde sert sessizlerden “k” (69) ve “t” (47) konsonları da geniş yer tutar. Bunların “a” sesi ile birleşmesi, hem metnin ses tonunu yükseltir ve sertleştirir hem de zaman zaman belli mısralarda yoğunlaşarak (alliterasyon) şiirin ahengini güçlendiren bir başka unsur olur.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Ben ezenden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım
Şiirde dikkati çeken üslûp unsurlarından bir diğeri; mısra, ibare, kelime, sözdizimi seviyesindeki tekrarlardır. Yukarıda “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” mısraının tekrar edildiğini söylemiştik. Şu iki mısra da, anlamlarının olumlu ve olumsuz olmaları dışında, büyük ölçüde tekrar durumundadır.
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Bunun dışındaki tekrarları şu şekilde sıralayabiliriz: İbare seviyesindeki tekrarlar: o benim (3 defa), o benim milletimin (2 defa), o zaman (2 defa). Kelime seviyesindeki tekrarlar: ben, bu (7 defa); sen (6 defa); o (5 defa), millet , gibi, da, olmak (4 defa); Hakk, hak, vatan, yurt, hür, belki (3 defa); ancak, bir, bin, dünya, ey, göğüs, helal, hilâl, cennet, ırk, ilahi, iman, istiklâl, kan, kim, korkma, ruh, şafak, şüheda, tek, üst, yarın, yer, yok, zaman, tapan, ki (2 defa). Söz dizimi seviyesindeki tekrarlar: bendimi çiğner, aşarım /enginlere sığmam taşarım; sana yok, ırkıma yok.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
O zaman yükselerek arşa değer, belki başım.
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Söz konusu tekrarlar; öncelikle muhtevaya kesinlik, açıklık ve vurgu sağlamakla görevlidirler. Bunun yanında metnin ritim ve ahengini güçlendirmede görev alırlar.
Hülâsa: Muhtevası, şekli, dili; bunları oluşturan alt unsurları ve bütün bunların sanatkârâne sentezinden oluşan üslûbu ile İstiklâl Marşı’mız, şiirin doruklarına yükselmiş bir metindir. O, Türk milletinin hürriyet severlik, vatanseverlik, kahramanlık, hakseverlik ve Hakk’a tapmak vasıfları ile istiklâl, hürriyet, bayrak, din, vatan değerlerinin en güzel ifadesidir. Türk’ün kendine güven duygusu, istiklâl ümidi, milli heyecanı, sarsılmaz imanı, onda billurlaşmıştır. Onu gür bir sesle her söyleyişimizde ruhumuzu derinden sarsan, heyecanlandıran, tüylerimizi diken diken eden sır, Âkif’in bizi çok iyi anlaması ve anlatmasında gizlidir.
Sözümüzü, İstiklâl Marşı ilgili bir anekdotla bağlayalım. Mehmet Âkif, hasta döşeğinde son günlerini yaşanmaktadır. Bazı dostları ziyaretine gelir. Söz, dönüp dolaşıp İstiklâl Marşı’na gelir ve misafirlerden biri;
“-Acaba, yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?”, cümlesini sarf eder. Mecalsiz bir şekilde yatağında uzanmakta olan Âkif birdenbire başını kaldırır ve kesin bir ifadeyle şu cümleyi söyler:
“-Allah, bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!”
Mehmet Âkif’in dua ve dileğine bütün kalbimizle katılıyor ve tekrar ediyoruz: Allah, bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!
Dipnotlar
1. Hakimiyet-i Milliye, 7 T.Sani, 1336, s.2.
2. Emin Erişgil, İslamcı Bir Şairin Romanı, T. İş Bankası Yay., Ank. 1986, s.360-361.
3. TBMM Zabıt Ceridesi, C.IX, Ank., 1954, s.13.
4. TBMM Zabıt Ceridesi, C.IX, Ank., 1954, s.86.
5. Ahmet Kabaklı, Mehmet Âkif, Toker Yay., İst., 1977, s.140
6. Yazıdaki bütün şiirler şu baskıdan alınmıştır: Mehmet Âkif Ersoy, Safahât, (Haz. M.E. Düzdağ), KTB Yay., İst., 1987.
7. Mehmet Âkif, “Manda Meselesi”, Sebilürreşad, S.437-438, 21 Ağ. 1335/1919, s.175.
8. Muhittin Nalbantoğlu, Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı, Zümrüt Yay., İst., s.11-12.
Prof. Dr. İsmail ÇETiŞLİ
Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı, anıları, fotoğrafları, nutukları, mektupları, devrimleri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı, anıları, fotoğrafları, nutukları, mektupları, devrimleri