"Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz;
en doğru, en hakiki yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin emir ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir."
(M.K.Atatürk)
Mustafa Kemal, gerek partisinin içinde gerekse dışında, farklı ideolojik  görüşlere karşı son derece hoşgörülü idi. Ama ödün vermediği tek bir  konu vardı: Laiklik! Serbest Fırka'nın önderliğini üstlenecek olan Fethi  Okyar'a yazdığı mektupta yer alan şu satırlar, bu konuda çok  aydınlatıcıdır: "Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında  beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım  ve arayacağım temel budur... Laik Cumhuriyet esası dahilinde fırkanızın  her türlü siyasi faaliyetinin bir engelle karşılaşmayacağına  güvenebilirsiniz efendim." 
Laiklik - en genel tanımı ile - din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır.  Toplum ve devlet yaşamının akla ve bilime dayatılmasıdır. Toplumun "din"  adına ve binlerce yıl önce konmuş, o günün sorunlarına çözüm getiren  kurallara göre yönetilme zorunluluğunun kaldırılmasıdır. "Aklın iman  karşısında özgürleştirilmesidir". Laiklik toplum düzeni, bütün din ve  inançtan insanların, eşit koşullarla aynı kurallara uymak durumunda  bulundukları, hiç kimseye dinsel ayrıcalık ve üstünlük tanımayan bir  toplum düzenidir. 
Laiklik, "din" in kendisini değil, din adına baskı ve zorbalığın devre  dışı bırakılmasıdır; uzun bir evrim süreci içinde, koşulların  zorlamasıyla doğmuştur. 
Laikliği tarih sahnesine getiren nedenlerin, "çağdaş toplumlar" da geçerliğini koruduğunu görüyoruz. Bu nedenler ikidir: 
1) Değişen koşulların yarattığı sorunlara, akla ve bilime uygun çözümler getirebilmek; 
2) Farklı inançtan olan toplum kesimlerinin, bir arada ve barış içinde yaşayabilmelerini kolaylaştırmak. 
Tarih, dinsel kökenli isyanlarla, savaşlarla ya da kıyımlarla doludur.  Ve bu örnekler, sadece Hıristiyan dünyasında değil, İslam dünyasında da  çoktur. 
Dünya nüfusunun beşte birini Müslümanlar oluşturuyor. Oysa - Türkiye  dışındaki - tüm İslam ülkelerinin, dünyadaki bilimsel ve teknolojik  gelişmeye katkısının, neredeyse "yok" düzeyinde olduğu biliniyor. Bütün  Arap toplumlarının bilimi ve teknolojiye toplam katkısının, küçük İsrail  toplumunun sadece yüzde 4'ü kadar olduğu da bir gerçek. 
Atatürk'ün, Kemalizm'in altı ilkesi içinde, niçin en çok "laiklik"  konusunda duyarlı olduğunu anlamak zor değildir. Laiklik, "devletçilik"  dışındaki diğer ilkelerin hepsinin de ön koşulları içinde yer alır:  Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce  özgürlüğü de olamaz, gerçek bir özgür seçim de. Milliyetçiliğin ön  koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öğe ulus değil,  inananların oluşturduğu "ümet" tir. Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü  laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin  gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle  yapılamaz. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü bir din devletinde halkın  istekleri değil, dinsel "seçkin" lerin düşünceleri önemlidir. 
Laiklik karşıtı yönetimler, genellikle, çoğunluk dinine dayalı bir "azınlık diktası" dır! 
Mustafa Kemal'in kaldırdığı "Halifelik", Emevi ve Abbasilerde bir dinsel  iktidar olarak kullanılmıyordu. Daha çok siyasal iktidara meşruluk  kazandıran bir ünvan niteliği taşıyordu. Tüm dünya Müslümanları üzerinde  bir dinsel iktidar olduğu savı ise zaten geçersizdi. Örneğin 13.  yüzyılda Bağdat'ta, Endülüs'te ve Mısır'da üç ayrı Halife varlığını  sürdürebiliyordu. Ünlü İslam düşünür ve toplumbilimcisi İbn Haldun,  Halifeliğin dinsel değil siyasal bir makam olduğunu açıktan söylüyordu. 
Müslüman Türk devletlerinde ise, durum daha farklıydı. Örneğin  Selçuklularda, "din" e dayatılmış bir siyasal iktidar kavramı yoktu.  Osmanlılar da, din ve devlet işlerini kurumsal olarak ayırmış  gibiydiler. Şeyhülislam din işlerine, Sadrazam ise devlet işlerine  bakıyordu. Osmanlı padişahları "halife" ünvanını taşımaya başladıktan  sonra bile, "fetva" lar gene Şeyhülislam'dan alınmaktaydı. Üstelik  toprak düzeninden başlayarak, toplumsal yaşamın birçok alanı "dinsel"  hukuk dışında düzenlenmişti. 
Tarihteki hemen her devrim, "din" le değil ama, din adına "eski" düzeni  savunan, eski düzenin güçleriyle bütünleşmiş olan "dinci güçler" le  karşı karşıya gelmişlerdir. Bu güçler, kendilerinin etkisini azaltacak  her girişimi "dinsizlik" olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir.  Padişahın ve düşmanın çıkarları ile bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı  sırasında Mustafa Kemal ve arkadaşları için idam fermanı çıkaranlar da  yine bu tür din adamları olmuştur. 
Oysa Atatürk'ün din ile ilgili görüşleri açıktır: "Din lüzumlu bir  müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var  ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din  simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler  iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna izin  vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar masum halkımızı  aldatmışlardır; Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz  bu kimselerdir. Hangi şey ki, akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur;  biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz aklın  mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olmazdı." 
Atatürk başka bir konuşmasında da şöyle demektedir: "Temeli çok sağlam  bir dinimiz var. Malzemesi iyi, fakat bina yüzyıllardır ihmal  edilmiştir. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye lüzumu  hissedilmemiştir. Aksine olarak birçok yabancı unsur ve yorumlar, boş  inançlar binayı daha fazla hırpalamıştır." 
Atatürk, İslam dininin zamanla özünden uzaklaştığına inanıyordu.  Yorumlar ve boş inançlarla, birçok yabancı öğe Müslümanlığa sızmıştı.  Oysa çağdaş insan, bilerek, aklını kullanarak inanmalıydı: "Türkler  dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran Türkçe olmalıdır.  Türk Kuran'ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor.  Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta ne olduğunu Türk anlasın." 
Atatürk, laiklik anlayışını, kendi el yazısı ile kaleme aldığı "Medeni Bilgiler" kitabında, iki öğeye dayatıyordu: 
1) Sadece din ve devlet işlerinin değil, dinin de siyasetten ayrılması; 
2) Yasaların dine göre değil, toplumun gereksinmelerine göre yapılması. 
3 Mart 1924 tarihinde Şeriye Vekaleti'ni kaldıran yasanın 4. maddesinde  de şu hüküm yer almıştı: "Türkiye Cumhuriyeti'nde insanlar arası  ilişkileri düzenlemek üzere kanun yapmak yetkisi yalnızca TBMM'ndedir."  Bu, artık dine dayanılarak yasa yapılamayacağının belki dolaylı, ama  açık bir anlatımıydı. 
Atatürk'ün "Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur" ve "Yaşamda en gerçek  yol gösterici bilimdir" özdeyişleri de onun laiklik anlayışının  uzantılarıdır. 
Yunanlıların İzmir'den kaçarken yaltıkları camileri yeniden yaptıran  Atatürk'tü. İşgal altındaki ülkelerde kılınması "caiz" olmayan cuma  namazını kılmak olanağını Anadolu Müslümanlarına sağlayan Atatürk'tü.  Eğitimi laikleştirmek amacıyla getirdiği "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" nun  (Eğitim Birliği Yasası) 4. maddesinde, din adamı yetiştirmek için ayrı  okullar öneren de O'ydu. Ama bütün bunlar, eski düzen özlemi içindeki  bazı çevrelerin, her yeniliğe karşı çıkmalarını ve Atatürk'ü  "dinsizlik"le suçlamalarını engelleyememişti. 
Atatürk, 28 Temmuz 1925'te şöyle demiştir: "... Yunan serpuşu olan fesi  giymek caiz olursa, şapkayı giymek neden olmaz?.. Bizans papazları ve  Yahudi hahamlarının kisveyi mahsusesi olan cüppeyi (onlar) ne vakit, ne  için ve nasıl giydiler?.." 
1994'ün ilk aylarında ölen, Fransa'daki Müslümanların manevi önderi Şeyh  Abbas ise, Atatürk'ün İslam karşısındaki tutumunu şöyle  değerlendirmiştir: "Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünde din adamları çok  olumsuz roller oynadılar. Mustafa Kemal din adamlarının hatalarını ve  yarattıkları tehlikeyi anladığı için, devrimine önce onlardan başladı. O  din adamlarının cehaletinden korkmakta, onların ülke için tehlike  yarattıklarını düşünmekte haklıydı. O'nun savaş açtığı din adamlarının  tanıttıkları, savundukları İslam ile gerçek İslam arasında dağlar kadar  fark vardı. Türklerin babası, dünyaya hakim bir Osmanlı İmparatorluğu'nu  çökmüş, parçalanmış haliyle buldu. Bu koca imparatorluğun çöküşüne de  İslam'ın yanlış tanınması, yanlış yorumlanması neden olmuştu. Atatürk  cehalete karşı savaştı, İslam'a karşı değil..." 
Türkiye'nin demokrasiyle yönetilen ve çağı yakalama şansına sahip tek  Müslüman ülke oluşunda, "laiklik" ilkesini benimsemiş oluşunun rolü  olmadığını söylemeye olanak var mıdır? 
İran Halkın Mücahitleri örgütünün önderi Mesut Racavi, bakın ne diyor:  "Ben istemez miyim İran da Türkiye gibi laik bir Müslümanlar ülkesi  olsun? Ama benim ülkem Türkiye'den yüzyıllarca geri kaldı. Bize Atatürk  gibi bir önder lazımdı, Şah geldi. Siz çok şanslı bir ülkenin  çocuğusunuz!..." 
Ve şu sözler de, Cezayir Yüksek Devlet Konseyi Başkanı Muhammed Budiaf'a  ait: "En büyük eksiğimiz, bizde bir Mustafa Kemal Atatürk'ün çıkmamış  olmasıdır..."
• Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler  vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun  aksini görmekteyiz. 
Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi.  Arapların dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı  dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle  birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilâkis, Türk  milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli  heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Muhammed'in kurduğu dinin  gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, şamil bir Arap milliyeti  siyasetine müncer oluyordu. 
Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed'in dinini kabul  edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde  yükseltilmesine hasretmeye mecburdurlar. Bununla beraber, Allah'a kendi  milli lisanlarında değil, Allah'ın Arap kavmine gönderdiği Arapça  kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe, Allah'a ne  dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok  asırlar, ne yaptığını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını  bilmediği halde Kuran'ı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara  döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince  karışık, cahil hocalar ağzıyla, ateş ve azap ile müdhiş bir muamma  halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir  taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa'da  Allah kelimesinin ilâhî parolası altında Hıristiyan milliyetleriylerine  ilişmeyi düşünmediler. Ne onları ümmet yaptılar ne de onlarla birleşerek  bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır'da, belirsiz bir adamı halifedir  diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi, hilafet alameti ve  imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular. Gâh şarka,  cenuba, gâh garb veya her tarafa birden saldıra saldıra, Türk milletinin  Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlarını, benliğini  unutturacak Allah'la mutevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk  beşiğinde uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet vermeyen,  sefaletler, zaruretler, felaketler his olunmaya başlayınca, asıl hakiki  saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağını va't ve temin eden dini  akide ve dini his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine  mani olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel  ölenlerin ahiretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz  ederek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden dini hissi; dünyanın acısı  duyulan tokatıyla derhal, Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı,  davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk vicdanı  umumisi, derhal, yüzlerce asırlık kudret ve küşayişiyle, büyük  heyecanlarla çarpıyordu. Ne oldu? Türk'ün milli hissi, artık ocağında  ateşlenmişti. Artık Türk, cenneti değil, eski, hakiki büyük Türk  cedlerinin mukaddes miraslarının son Türk ellerinin müdafaa ve  muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milliyetinde  bıraktığı hatıra. ( Prof.Dr. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal  Atatürk'ün El Yazıları) 
• Türkiye Cumhuriyeti'nde, her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi,  belirli bir dinin merasimi de serbesttir. Yani, ibadet hürriyeti  vardır. Tabiatiyle ibadetler, güvenlik ve genel adaba aykırı olamaz;  siyasi gösteri şeklinde de yapılamaz. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi  durumlara artık Türkiye Cumhuriyeti asla katlanamaz. 
Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde, tüm tekkeler ve zaviyeler ve  türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik,  dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık  vesaire yasaktır. Çünkü bunlar gericiliğin kaynakları ve cehaletin  damgalarıdır. Türk Milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına  katlanamazdı ve katlanmadı. ( 1930 ) 
• Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta  serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve düşünceye karşı  değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle  karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden  sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz. 
• Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm  yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir. ( 1930 ) 
• Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir  kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din  ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. ( 1930 ) 
• Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle  mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını  temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve  canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin  fanatiklerinden başka kimse olamaz. 
• Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi  menfaat temin edenler iğrenç kimslerdir. İşte bu duruma karşıyız ve buna  müsaade etmiyoruz. ( 1930 ) 
• Bunun gibi bağlı bulunmakla inanmış ve mutlu olduğumuz İslam dinini,  yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere, bir politika aracı durumundan  kurtarmak ve yükseltmek gerektiği gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve  Tanrısal olan inanç ve vicdanlarımızı karışık ve türlü renkte bulunan ve  her türlü çıkarlarla tutkuların alanı olan siyasetten ve siyasetin  bütün ögelerinden bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, milletin dünya ve  ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak böylece İslam  dininin yüceliği gerçekleşir. ( 1924 ) 
• Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din  mensubu hakkında adil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve  mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit adalet  uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine  uymaya mecburdur. ( 1927 ) 
• Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir.  Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar. (  1924 ) 
Porf. Dr. Suna Kili , Atatürk Devrimi 
A. Taner Kışlalı - Kemalizm Laiklik ve Demokrasi
A. Taner Kışlalı - Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği
Atatürkçülük , Atatürk'ün Görüş ve Direktifleri, MEGSB Yayınları.
 
 
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı, anıları, fotoğrafları, nutukları, mektupları, devrimleri