ÖZET
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında Anadolu’nun durumu  çok kötüydü. Uzun savaşlardan çıkmış halk, yorgun, bezgin ve moralsiz  idi. Osmanlı İmparatorluğu, İtilaf Devletlerinin esiri olmuş, İstanbul  işgal edilmiş idi. Sultan Vahideddin ise çaresiz ve zavallı bir  durumdaydı.
Gayesiz ve uzayıp giden savaşlardan bıkmış, halk bir savaşı daha göze  alamıyordu. Ancak Anadolu yer yer işgalci devletler tarafından işgal  edilmeye başlayınca her yöre bulunduğu yerde canını, malını, namusunu  savunmaya başladı. Böylece Kuva-yı Milliye ortaya çıktı.
Mustafa Kemal, Kuva-yı Milliye birliklerini organize ederek düzenli bir  ordu kurabilmişti. Böylece Anadolu insanı, bu kez öz toprakları için  milli ve dini değerleri için Milli Mücadele’yi başlattı. Mustafa  Kemal’in önderliğindeki Türk halkı bütün dünyaya bir kez daha Türk  istiklalini ve Türk mevcudiyetini ilan etmiştir.
Bu makalede amacımız, M. Kemal’in Samsun’a çıktığı tarihte, Anadolu’nun  sosyo-psikolojik bir analizini yaparak, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu  şartlara bir nebze olsun ışık tutmak ve yeri geldikçe Anadolu’nun dört  bir bucağından örnekler vererek, Türk halkının durumuna kısaca değinip,  Milli Mücadele’nin hangi şartlar altında başladığını göstermeye  çalışmaktır.
Balkan ve Birinci Dünya Savaşları geride yoksulluk ve sıkıntı içinde acı  çeken, mısır ve süpürge tohumundan yapılmış ekmeği bile güçlükle  bulabilen, savaşta yakınlarını kaybetmiş olmanın üzüntüsüyle yaşayan  milyonlarca insan bırakmıştır. Asker-sivil yaklaşık üç milyon insan  kaybedilmiş, geride kalan 11 milyon nüfusun çoğu çeşitli hastalıklardan  savaş sakatı kalmıştı1. Memleket genelinde 1919 yılı itibariyle Misak-ı  Milli sınırları içinde Müslüman-Türk nüfusu 11 milyondur. Bunun %80’i  köylerde yaşıyordu. Yüzyıllarca süren saltanat baskıcılığı Türk halkını  ve Anadolu’yu tümden savsaklayıp boşlamıştı; geri yıkık bir ülke,  eğitimden, sanattan yoksun, nüfusunun yalnızca %9 kadarı, kadın  nüfusunun ise %0.4’ü okuma yazma bilen bir halk; bunlar da herhangi bir  eğitim düzeyini anlatacak seviyede değildi2. Daha XIX.yüzyılda Ziya Paşa  bu durumu ne büyük acıyla dile getirmişti:
“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kaşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-ü islamı, bütün viraneler gördüm”
Mondros Mütarekesi başlangıçta, genel olarak memlekette bir ferahlık  yaratmıştı. Milletin o sırada muhtaç olduğu tek şeyin asayiş ve barış  olduğu bunun da elbirliğiyle gerçekleştirilebileceği basın tarafından  açıklanıyor ve umumi efkarda müspet yankılar bırakıyordu. Yenilgiye  rağmen ümitler azalmamıştı. Mütareke şartlarının nispeten hafif olduğu  hakkında hükümetçe yapılan telkinler ve Wilson Prensiplerinin anılan  amaçları, Türk halkına yeniden düzenlenme ve çalışma imkanları verdiği  zannediliyordu. Bu ümitler kısa zamanda söndü, çünkü İtilaf  Devletlerinin işgale başlamaları, Azınlıkların aşın davranışları, Wilson  Prensiplerinin hiçbir uygulama sahası bulmamasından anlaşılmıştı.  Mütarekenin imzalandığı tarih ile İzmir’in işgali arasındaki altı aylık  sürede “Türklerin morali en düşük seviyeye inmişti” diye anlatan A.  Toynbee, Mütareke günlerindeki durumu şöyle izah etmektedir:  “Türkiye’nin elinde Anadolu’dan ve Boğazların batısında Avrupa’dan kalan  toprak parçaları ise fikir ve moral bakımından da çöktü. Boşuna yapılan  bir savaşta kaybedilen insanlarla ve kaynaklarla ülke, felakete  uğramıştı. Üstelik yenilginin acısı da beraberinde ümitsizlik  getirmişti. On iki yıl süren savaşlar ülkenin iç gelişmesini  engellemişti...Türkiye düşmanları tarafından çevrilmişti. Büyük  devletler bir kampın etrafında dolaşan kurtlar gibi aç gözlerini  Türkiye’ye dikmişlerdi. Çünkü Türkiye tabiat yönünden hayli zengin ve  emperyalizm de doymak bilmezdi.3
Bu ülke bir de “yabancı imtiyazları” demek olan kapitülasyonlar ve  1881’den beri de “Genel Borçlar Yönetimi” yoluyla dünyanın en güçlü  devletlerinin, hukuki ve kültürel işgaline uğramıştı. XIX. Yüzyılın  ikinci yarısından sonra Osmanlı İmparatorluğu’na “hasta adam” denmeye  başlanmış olması diğer sahalarda olduğu gibi iktisadi ve mali sahada da  hızla gerilemeye başlamasından kaynaklanmaktaydı.
Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul nüfusunun hemen hemen yansını  Türk, diğer yansını da Gayri Müslimler teşkil oluşturmaktaydı. Bu  Türkiye adına çok acıklı bir durumdu. Bir “var olma mücadelesi”ne  girecek olan Türkler, kendi evlerinde yalnız değillerdi. Trakya’da,  İstanbul’da, Batı Anadolu ve Karadeniz sahillerinde bir milyondan fazla  Rum ahali ve Kızılırmak’tan başlayarak Doğuya doğru bütün Anadolu’da  yarım milyon Ermeni ahali yaşamaktaydı. İttihat ve Terakki idaresinin  bütün dünyada mübalağalı bir şekilde akisler yapan bazı tedbirlere  rağmen, sadece Türkiye Rumları, İstiklal Harbi’nde Türk Ordusunun Batı  Cephesinde harbe soktuğu ölçüde asker çıkarabilecek bir nüfusa sahip  bulunuyordu. Bununla beraber, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a giren İtilaf  kuvvetleri, 2616 İngiliz, 540 Fransız ve 470 İtalyan askerinden  oluşuyordu4. Bu güçlerden kuvvet alan Ermeni ve Rumlar, Trakya’da Batı  Anadolu’da ve Karadeniz havzasında köyleriyle, şehir ve kasabalarda  kabarık ve tehlikeli bir topluluk teşkil ediyorlardı. Batı Anadolu’nun  ancak birkaç ilçesinde Rum ahali yoktu. İzmir, Aydın, Manisa, Akhisar,  Kırkağaç, Bandırma vs. birçok yerde nüfus yüzdesinin önemli bir kısmı  Rumlarda idi. Anadolu ve Trakya’da Rum ve Ermeni azınlıkların her  tarafta bu derece yaygın bir vaziyette ve düşman tavrıyla bulunmaları  Türk kurtuluş hareketinin en önemli meselelerinden birisini teşkil  etmiştir. İşte Mustafa Kemal, böyle bir vaziyetten milli bir devlet  çıkarmayı başarabilmiştir.
Böyle bir toplum yapısında Milli Mücadele halka dayandırılmış, çekirdek  daima halk olmuştur. Mali imkanlar halktan sağlandığı gibi, hadisenin  insan kaynağını da ne şekilde olursa olsun yine halk teşkil etmiştir.  Türkleri zayıf düşüren iç düşmanlar bu kadar da değildi. Yokluk,  yoksulluk, yorgunluk da bir tarafa verem, tifo, sıtma ve frengi büyük  mücadelenin insan kaynağını son derece verimsiz kılıyordu. Üstelik  halkın moral durumu da bozuk idi. Hakim unsur olmasına rağmen bir  imparatorluğun tebası olarak yaşamak, Türk halkında milli şuurun  gelişmesini önlemişti.
Anadolu’da yaşayan Türk insanı perişan haldeyken, Osmanlı Sarayı, iki  şeyin peşindeydi; biri, orduyu asırlardır süregelen saldırılara  koyabilecek güce ulaştırmak ve böylece İmparatorluğun hakimiyeti  altındaki toprakları kaybetmemeye çalışmak. Yani ünlü deyişte anlatımını  bulduğu üzere “Akıl der Frengistan, Servet der Hindistan, Haşmet der  Al-i Osman”. İkincisi, Tanzimatla beraber artık ülkeyi sömürge durumuna  getirmeye koyulmuş ve saltanat hükümetini ağır borçlar altına sokmaya  başlamış bulunan Avrupalıların Osmanlı topraklarındaki  temsilciliklerini, aracılıklarını üstlenen gayri müslimlerin, yani Rum,  Ermeni, Yahudi gibi azınlıkların güvenliklerim sağlamaktı. Müslüman  değiller diye onların zımmî sayılmasına yasa dışı aşağılayıcı her türlü  işlem ve davranışla karşılaşmalarına son vermekti. Osmanlı yönetimi,  böylece hem Avrupa devletlerinden borç almayı sürdürmeyi hem de onların  azınlıkları koruma bahanesiyle Osmanlı içişlerine müdahelesini önlemeye  çalışmıştı. Aslında Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet gibi süreçler,  Avrupa ve gayrimüslimleri memnun ederken, Türk halkının ikinci plana  atılmasına neden olan vasıtalar olmuştur.5
Osmanlı Devleti’nin müttefiki Almanlar dahil, Türkiye topraklarında  yabancı sermayenin yaptığı demiryollarına bakılacak olursa, hepsinin  toplumun hammaddelerini sömürgecilerin ülkesine taşımak orada, yapılmış  mala dönüştürüp yeniden ülkeye daha pahalıya satmak üzere yapılmış  olduğu anlaşılır. Zonguldak’ın kömürünü, Musul’un petrolünü taşımak  üzere yapılan İzmir, Adana, Zonguldak Bağdad demiryolları. Osmanlı  ulaştırma ağının belkemiğini teşkil eden Bağdad demiryolu; Alman  emperyalizminin Yakın Doğu’da yayılması için bir araç olduğu gibi bütün  büyük devletlerin menfaatlerinin birbiriyle çatıştığı alan olmuştu.
Mütareke’nin imzalanmasından sonra M. Kemal İstanbul’a çağrılmıştı.  Adana’dan tren yolculuğuyla İstanbul’a gelen M. Kemal’i karşılayan Cevat  Abbas karşıya geçişlerini şöyle anlatır: “Şehir çok acıklı bir  durumdaydı. İstanbul düşman donanmalarının limana girmeleri yıkımının  yasını tutuyor, bu büyük yasına M. Kemal’i de ortak ediyordu. M.  Kemal’le ben askerî ulaşımın bir köhne motoru ile deniz ortasına  yaslanan bir çelik ormanının içinden geçiyorduk. M. Kemal’in ince  dudaklarından “geldikleri gibi giderler” cümlesini işitince, mütarekenin  doğurduğu derin ve hüzünlü umutsuzluğu unutmuştum. “Size nasip olacak,  siz bunları kovacaksınız Paşam!” dedim. Gülümsedi, aziz başının içinde  biçimlenmeye başlayan yurdu kurtarma planlarını bir an için yeniden  geçiriyor gibi daldı, sonra bakalım dedi.6 M. Kemal 16 Mayıs 1919’a  kadar burada kaldı. Bu süre içerisinde ülkenin içinde bulunduğu bu kötü  durumdan nasıl kurtarılması gerektiği noktasında bir çözüm arayışı  içinde oldu. Başta Sultan Vahideddin olmak üzere üst düzey devlet  adamlarıyla birtakım görüşmelerde ve tekliflerde bulundu. Ancak M.  Kemal’in bu temasları olumlu bir netice vermezdi. O, yakın  arkadaşlarıyla kurmuş olduğu temaslarda kurtuluş hareketinin Anadolu’dan  başlatılması gerektiğini ifade etmiş ve bunun için de resmi bir görevle  Anadolu’ya geçmenin yollarını aramıştır.
M. Kemal, 9. Ordu müfettişi olarak Samsun’a geçmeden önce Sultan  Vahideddin’e bir veda ziyaretinde bulunmuştu; “Yıldız Sarayı’nın ufak  bir salonunda Vahideddin’le adeta diz dize denecek kadar yakın  oturduk.... Salonun Boğaziçi’ne açılan penceresinden gördüğüm şu:  birbiri hizasında düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız  Sarayı’na doğrulmuş. Padişah söze başlar: Paşa Paşa şimdiye dek devlete  çok hizmet ettin: bunların hepsi artık tarihe girmiştir. Bunları unutun  asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir. Paşa devleti  kurtarabilirsin! Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen  güveniniz! demekle yetindim ... Muvaffak olunuz dedi”.7 Bu durum,  Osmanlı Padişahının acziyet ve çaresizliğini göstermektedir.
İngilizler, Türkleri tamamen yıldırmak için başkent İstanbul’u havadan  da bombalamışlardı. Temmuz 1918’de başlayan hava akınlarıyla birlikte,  halkın maneviyatını bozmak için çeşitli beyannameler atmayı da ihmal  etmemişlerdi. Dört yıldır çok büyük fedakarlıklarla yapılan bu savaşın  sonucunun böyle olması, İstanbul’un Türk halkını çok acı bir ıstırap ve  üzüntüye sevk etmişti.8 M. Kemal daha askerî Kurmay okulu öğrencisi iken  arkadaşlarına verdiği gizli konferansta şu acı dolu sözleri söylüyordu;  “Bugün Ali Fuat’la Beyoğlu’nda dolaştık. Bütün dükkanlar İngiliz,  Fransız, İtalyan, Rum ve Yahudi levhalarıyla (reklam) dolu. Bu memleket  onların mı bizim mi? Yüzyıllardır Türk çocuklarını savaş meydanlarında  harcamışız, azınlık ise memlekette kalmış, ilerlemiş. Ekonomi bir ulusun  yaşamının temelini oluşturur. Yıllardır Yunan gemicileri Türk bayrağı  altına dolaşarak Akdeniz ve dünya ticaretini eline almış...”
M. Kemal, Samsun’a çıktığında Anadolu’nun bir panoramasını çizerek, Türkiye’nin o zamanki durumunu özetlemektedir:
“1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktığım gün umumi durum ve  manzara: Osmanlı Devleti’nin içinde yer aldığı topluluk savaşta  yenilmiş, şartları ağır bir mütareke imzalamış. Savaşın uzun yılları  boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Millet ve ülkeyi savaşa  sürükleyenler kendi hayatlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlar  padişah ve halife olan Vahdettin soysuzlaşmış kendini ve yalnız tahtını  koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit  Hükümeti güçsüz, onursuz, korkak yalnız padişahın isteğine bağımlı  onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun  eğmiş. Ordunun elinden silahları alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri  ateşkes antlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyor. Birer uydurma  nedenle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana İli  Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmiş. Antalya ve  Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri  bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve görevlileri ile özel  adamları çalışmakta. İtilaf Devletlerinin uygun bulması üzerine Yunan  ordusu İzmir’e çıkarılıyor.
Yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, kendi istek ve  amaçlarının elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çaba  harcıyorlar. Durumun korkunçluğu ve ağırlığı karşısında, her yerde bir  takım kişilerce kurtuluş yolları düşünülmeğe başlanmış. Edirne ve  çevresinde Trakya Paşaeli, Erzurum ve Elazığ’da merkezi İstanbul’da olan  Vilayatı Şarkiyye Müdaffaa-i Hukuk-i Milliye Derneği, Trabzon ve  Çevresi Adem-i Merkeziyet Derneği gibi...
İzmir’de birtakım genç yurtseverler, İzmir’in Yunanistan’a katılmasını  önlemek üzere Red-di İlhak ilkesini ortaya atmışlardı. Ülkede daha başka  birtakım girişim ve kuruluşlar da vardı. Özellikle Diyarbakır, Bitlis,  Elazığ illerinde İstanbul’dan yönetilen Kürt Teali Derneği vardı. Bu  derneğin amacı yabancı devletlerin koruyuculuğunda bir Kürt hükümeti  ortaya çıkarmaktı. Konya ve dolaylarında İstanbul’dan yönetilen İslam  Teali Derneği kurulmasına çalışılıyordu. İstanbul’da önemli sayılacak  kuruluşlardan biri İngilizseverler Derneği idi. Bu derneği kuranlar  Kendilerini ve şahsi çıkarlarını sevenler ve bunların korunmasını  İngiliz desteğini elde etmede görenlerdir. Bu derneğe girenlerin başında  Osmanlı Padişahı ve Yeryüzü Halifesi sanını taşıyan Vahideddin, Damat  Ferit Paşa, İçişleri Bakanı olan Ali Kemal, Sait Molla bulunuyordu.  Derneğin başkanı Rahip Frew idi. Asıl amacı yurt içinde örgütlenip  ayaklanmalara yol açmak, milli bilinci yok etmek ve yabancı devletlerin  müdahalelerini kolaylaştırmak gibi haince girişimlerde bulunmaktı.
İstanbul’da kadın, erkek birtakım ileri gelenler de gerçek kurtuluşu,  Amerika’nın güdümünü istemek ve sağlamakta görüyorlardı. Bunlar  görüşlerinde çok direndiler, kesin doğru tutumun kendi görüşlerinin  benimsenmesinde olduğunu kanıtlamaya çok çalıştılar. Millet ve ordu,  padişah ve halifenin hainliğinden haberli olmadığı gibi o makama ve o  makamda bulunan kişiye karşı, yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek  duygularıyla bağlı. Kendinden önce halife ve padişahlığın kurtuluşunu  düşünüyor, halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaktan uzak.  Bu inanca aykırı görüş bildirecek olanların vay haline! Hemen dinsiz,  vatansız, hain sayılır; toplumdan dışlanır!
Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir: Kurtuluş yolu ararken  İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek temel ilke  sayılmaktaydı. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkamayacağımız  kuruntusu bütün beyinlerde yer etmişti. Bu bilgiler ve gözlemlere göre  üç türlü karar ortaya atılmıştı: İngiltere’nin himayesini istemek,  Amerika’nın mandasını istemek ve mahalli kurtuluş yolları aramak.
İlk iki karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak  kalmasını isteyenlerdir. Efendiler ben bu kararların hiçbirini yerinde  bulmadım.
Çünkü bu kararların dayandığı temeller ve mantıklar çürüktü, dayanaktan  mahrumdu. Gerçekte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş ömrü tükenmişti.  Osmanlı ülkeleri hepten parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı  bir ata yurdu kalmıştı. Son konu bunun da paylaşılmasıydı. Neyin ve  kimin dokunulmazlığı için, kimden ve ne gibi bir yardım istemek  düşünülüyordu? Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı; o da  milletin egemenliğine dayalı, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak.  İşte daha İstanbul’dan çıkmadan düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu  topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar  olmuştur. Bu kararın dayandığı en sağlam düşünce ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak  yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsızlıkla sağlanabilir. Ne denli zengin ve  refah olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet uygar insanlık  karşısında uşak olmaktan daha yüksek bir işlem görmeğe layık olamaz!  Yabancı bir devletin himaye ve korumasını kabul etmek insanlık  vasıflarından mahrumluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği kabul etmekten  başka bir şey değildir. Oysa Türk’ün onuru, kendine güveni ve  yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, tutsak  yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya istiklal ya ölüm! İşte  gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı”9
İzmir’in işgali ve Yunanlıların sahilden içerilere doğru ilerlemeye  başlaması, umumi bir infiale sebep olmuş, İstanbul Hükümeti’nin fazla  etkilenmemesine rağmen Türk halkının tepkisi büyük olmuştu. İzmir’in  işgalinden bir hafta sonra XVII.Kolordu Kumandanlık vekaleti göreviyle  Anadolu’ya geçip Yunanlılara karşı ilk direnme hareketlerini  tertiplemeye çalışan Bekir Sami Beyin anlattıkları, Milli Mücadele’nin  ne ağır şartlarla başladığını açıkça göstermektedir; “23 Mayıs 1919  sabahı Bandırma’dan trenle yola çıktık...güneş batarken Balıkesir’e  geldik, bütün istasyonlara Yunan bayrakları çekilmiş gördük...ertesi  sabah Akhisar’ın manzarası şöyleydi; bütün caddelere Yunan bayrakları  asılmış, herkes Yunanlıların gelmesini bekliyor. Birçok kimse yerli  Rumların yanına sokulmuş dalkavukluk ediyor ve bu sayede Yunan şehre  girince hayatını, malım mülkünü emniyete sokacağını sanıyor. Bütün terzi  dükkanları geniş Yunan bayrakları dikmekle meşgul.”10
İzmir, I.Dünya Savaşı’na dek, İstanbul’dan sonra Osmanlı’nın en güçlü  sanayi kuruluşlarının toplandığı merkezdir. Bu sanayi kuruluşlarının  tamamı Gayrimüslimlerin elinde idi. İktisadi durumları çok iyi olan ve  bu sahada tek söz sahibi olan azınlıklar ve yabancı uyruklular tüccar ve  sanayi zümresini teşkil ediyorlardı ki ekonomik güç tamamen bunların  elinde idi. Şehir bu zamanda bir ecnebi diyarı görünümündeydi. Müslüman  Türklerin pek çoğu fakir bir hayat sürüyor ve küçük esnaflık,  zanaatkarlık ve amelelikle uğraşıyorlardı. Bu sosyal yapıdaki büyük  farklılık ve uçurum İzmir’i adeta ikiye bölmüş, Türk kesimi fakir bir  Anadolu kasabası görünümündeyken, azınlıkların, yabancıların yaşadıkları  iş ve eğlence yerleri Avrupa şehirlerinden farksızdı. Bundan dolayı  Müslüman Türkler, kendilerinden farklı olan bu bölgelere “gavur İzmir”  diyordu.11 Zira Milli Mücadele’de İzmir adı, bilhassa Yunan işgalinden  sonra memleketin işgaliyle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. İzmir’in  ileri gelenleri Reddi İlhak Heyeti adıyla, İtilaf Devletleri  temsilcileri nezdinde Yunan işgalini protesto etmişler, memleketin her  tarafına telgraflar çekerek Yunan işgaline karşı yapılacak mukavemete  iştirak edilmesi istenmiştir.
İstanbul ve İzmir’den sonra Anadolu’nun merkezi olan Ankara’da da durum  farksızdı. Milli Mücadele yıllarını yaşamış bir Ankaralı olarak Vehbi  Koç: o günlerdeki Ankara ahalisini şöyle anlatmaktadır. “Ankara’nın en  önemli insanları Resmi Erkandı. Şehirde Vali, Belediye Reisi, Defterdar,  Müftü, Nüfus Başkatibi çok büyük kişilerdi. Vali vilayetten çıkıp  çarşıdan geçerken, herkes işini gücünü bırakıp “Vali Paşa gidiyor” diye  selamlardı. Halka gelince, Ankara halkının çoğu Müslüman Türklerdi. Bir  de Hıristiyanlar ve Museviler vardı. Hıristiyanlar çalışırlar  kazanırlardı. İyi yer içer eğlenirlerdi, iyi giyinir, güzel evlerde  otururlardı. Pazarları hafta tatili yaparlardı. Türkler de çoğunlukla ya  hoca ya bakkal ya bekçi ya da ambarcı olurlardı. Hıristiyanlar askere  alınmazlar bedel öderlerdi. Askere gitmediklerinden daha rahat iş yapma  dükkan açma olanağı bulurlardı. Türkün ise tükenmek bilmeyen bir görevi  vardı. Kur’a, İhtiyat, Redif denilen, sonu gelmeyen askerlik hizmeti ve  bu hizmet sırasında açlıktan, sefaletten veya düşmanla çarpışırken  ölmek. İşte Ankara’nın hali bu, Türkiye’nin hali buydu...”12
Anadolu’nun diğer bölgelerinde de durum farklı değildi. Her yerde halk  bezgin, bitkin, ümitsiz ve askerliğe karşı isteksizdi. Terhis olduktan  sonra 1919 yılı başında memleketine dönmekte olan subay Cevat  (Dursunoğlu) Bey, Doğu Anadolu’yu şu halde bulmuştu; “yollar Rus  ordusunun çeşitli döküntüsüyle dolu idi. Köylerin çoğu boştu. Halkın pek  azı yurtlarına dönebilmişti. Bunlar da birer virane olan evlerine  yerleşmeye çalışıyor, günlük geçim derdiyle çırpınıyorlardı. Hele  Gümüşhane’den öteye kışı sertleşmeye başlayan amansız iklimde yoksul  halkın durumu bir afet halini almıştı. Köylerde ot yok, ocak yok. Geçen  dört yılın çetin kış savaşlarında insan eti yemeğe alışan kurtlar  geceleri sürülerle dolaşıyor ve insanlara saldırıyorlardı. Biz ancak  kafileler halinde ve günde on beş yirmi km. yürüyebiliyorduk. İklim  şiddeti savaş sonrası musibeti yetişmiyormuş gibi bir de hükümetsizlik  felaketi her tarafa çökmüştü. Memleketin şirazesini ancak bu sınır  vilayetleri halkının siyasi olgunluğu ve sağ duyusu koruyordu. Bu kötü  şartlar altında birçok günler yavan ekmek dahi bulamadan han viranelerde  ışıksız ve ateşsiz geceleyerek çeşitli güçlüklerle yirmibir günde  Erzurum’a varabildik. Çocukluğumun en mesut günlerini içinde geçirdiğim  ve 1915-19 kışında tabyalarında döğüştüğüm Erzurum şehri bir enkaz  yığını olmuştu. Savaştan önce seksen bin nüfusu oldukça refahla  besleyen, çarşılarında pazarlarında kalabalıktan geçilmeyen bu  gösterişli sınır kentinden kocaman bir köy harabesi ortada kalmıştı.  Savaş yıllarında onbinlerce insan tifüsten ve çeşitli bulaşıcı  hastalıktan ölmüş, istila öncesinde eli ayağı tutanlar muhacir olmuş, on  bin kadar hemşehriyi de Ermeniler çekilirken öldürmüşlerdi. Şehirde  kılıç artığı olarak üç dört bin kişi kalmıştı. Bir bu kadar da köylerden  buraya göçmüşlerdi. Bu yüzden şehir köyleşmişti. Ölümlerden kurtulan  hemşehrilerle muhacirlikten dönenler yangınlardan ve patlayan  cephaneliklerin depremlerinden kalan eski refahlı evlerinin  harabelerinde birer ikişer oda tamir ederek içine sığınmışlar, geri  kalan enkazı yakarak kışı geçirmeye uğraşıyorlardı. Dış görünüş umut  verecek gibi değildi”.13
I.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ağır şartlarda bir de mütareke imzalayan  devlet, ne hükümeti ne de ordusu ile fiili bir müdahele imkanına sahip  değildi. İzmir’in işgaliyle hükümetin itidal tavsiye etmesi bizzat  halkın kendi kendisini savunma zorunluluğunu ortaya koymuştu. Halk  orduyu sevmediği gibi güvenmiyordu da. Türk halkı birbiri ardından gelip  çatan uzun harplerin yarattığı acılar sebebiyle pek haksız da değildi.  Kimsenin düşman işgaline karşı durmak için de olsa asker olma hevesi ve  niyeti yoktu. Esasen devlet de ne seferberlik ne de Yunanlılara karşı  harp ilan etmişti. İşte kısaca bu durum Milis kuvvetlerinin doğmasına  sebep olmuştur14. Kuvayı Milliye, ordunun yeniden kurulurcasına  düzenlenmesi sırasında büyük faydalar sağlamıştır. İşgalciler Anadolu’yu  kolayca sömüremeyeceklerini bu sayede anladıkları gibi bilahare  teşekkül edecek düzenli ordunun da işi kolaylaşmıştı. Ordunun  teşkilatlanmasında, Ankara Hükümeti’nin organize olmasında, milli davaya  düşman cemiyet ve isyanları bastırmada, Rum ve Ermeni çetelerine karşı  Türk halkını korumada önemli işlevleri olmuştur. Her şeyden önce gerek  dünya kamuoyuna gerekse İstanbul Hükümeti’ne, Anadolu hareketini milli  bir ihtilal olarak ilan etmiştir.
Genel olarak “Milli Kuvvetler”, “Milli Güçler” anlamında kullanılan  Kuva-yı Milliye’ye Milis Kuvvetleri de denilmektedir. İstiklal Harbi  yıllarında Kuva-yı Milliye dar ve geniş olmak üzere iki anlamda  kullanılmıştır. Dar anlamda, sevk ve idari merkezi bir komutanlığa bağlı  olmadan adeta bir nevi gerilla savaşı ile mücadele veren düzenli ordu  birlikleri dışında kalan silahlı guruplara denir. Geniş anlamda ise  Milli Mücadele’deki her türlü milli faaliyeti, başka bir deyişle,  İstiklal Harbi’nin bütününü ifade eder ki daha çok dar anlamda  kullanılmıştır. 30 Ekim 1918’den sonra memleketin çeşitli yerlerinde  Kuva-yı Milliye teşkil etme faaliyetleri başlamış idi. Bu birliklerin  etkili ve faal oldukları dönem 1919 ortalarından 1920 yılı sonlarına  kadar olmuştur.15 Erzurum ve Sivas kongrelerinde “Kuva-yı Milliye’yi  amil ve irade-i milliye’yi hakim kılmak esastır” prensibiyle millet  hakimiyetiyle onun teşkil ettiği milli kuvvetlerin, Milli Mücadele’nin  temel hareket noktası olduğu vurgulanmıştır.
Kuva-yı Milliye, Yunan tehlikesi ile Batıda, Ermeni tehlikesi ile  güneyde Pontus tehlikesi ile de Karadeniz bölgesinde kendini  göstermiştir. Batı Cephesi’nde düzenli ordunun ilk nüvesini Kuva-yı  Milliye’nin ilk kahramanlarından Çerkeş Ethem ve kardeşleri  oluşturmuştur. Kuva-yı Milliye, Mütarekeden zafere kadar etkili olan,  devletten ayrı bütün güçleri ve faaliyetlerin icra edildiği bir devrin  adıdır. Bu sebepten Milli Mücadele’ye katılan ve taraftar olan her şahsa  Kuva-yı Milliyeci deniliyordu. Yunanlıların İzmir’e çıkarak Anadolu’yu  işgale başlaması üzerine yer yer teşekkül etmeye başlayan milis  kuvvetler o günün şartlarının zorunlu kıldığı bir gereklilik idi.16 Yani  Anadolu insanı, Kuva-yı Milliye denilen milis kuvvetleriyle mücadele  etmekten başka çaresi kalmamıştı.
Kuva-yı Milliye’yi oluşturan unsurlar arasında subaylar, efeler, eşkıya  reisleri, komiteciler, zeybekler bulunmaktaydı. Demirci Mehmed Efe,  Yörük Ali Efe, Çerkeş Ethem, Sütçü İmam vb.  şahıslar önemli Kuva-yı Milliye’ci örnekleridir. Milli Mücadele’de 1920  sonlarına gelindiğinde silahlı kuvvetlerde önemli yapı değişiklikleri  gerçekleştirilmiş, düşmanla mücadelede Kuva-yı Milliye devrine son  verilmiştir. Bundan sonra savaşı, cephe komutanlıklarının emrinde,  emir-komuta zinciri içinde teşkilatlanan Türk ordusu yürütecektir.
Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri; Müdafa-ı Hukuk Cemiyetleri de Kongrelerin  ilk nüvesini teşkil etmiştir. Kongreler, Türkiye Cumhuriyeti’nin  kurulmasında çekirdek rolünü oynamıştır. Amasya’da’’Milletin istiklalini  yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” kararı, Erzurum’da, M.  Kemal’in tarihte eşi az bulunur büyük bir eser olarak kaydedileceğini  belirttiği “milli egemenlik” ilkesi ve Sivas’ta “irade-i milliyeyi hakim  kılma esası”, yeni devletin temel ilkelerini oluşturmuştur.
Osmanlı’da uzun yıllardan beri anlamı kalmamış olan uzak seferler,  Birinci Dünya Harbi ile tam bir iflasa uğramıştı. Her seferde biraz daha  daralan İmparatorluk sınırları, şimdi bütün açıklığıyla her yönden  Anadolu kapılarına yaklaşıyordu. Böylece savaş daha başka bir anlam  kazanmış oluyordu. Artık ne için olduğunu pek bilmeden anavatandan  uzakta dövüşmenin tatsızlığı ve güçlülüğü yerini memleket kaygısına  bırakıyor ve savaş milli bir renk kazanıyordu. Bu gerçekte yakında  başlayacak olan Milli Mücadele’nin kokusu tütmekte idi. Çeşitli  cephelerde yıllardır süren I.Dünya Savaşı’nda Anadolu insanı, hiçbir  savaşta olmadığı kadar çok ezilmişti. Harbin her türlü musibetini bütün  millet çekmişti. Bu sebeple ilk defa savaş bezginliği, savaşa karşı  nefret pek yaygın ortak bir duygu haline gelmişti. Enver Paşa ve takımı  harbin baş sorumlusu görüldüğü için bütün subaylar ittihatçı sayılıyor  ve halk arasında tehlikeli bir subay düşmanlığı duygusu yerleşiyordu.  Subay demek savaş demekti.17 Kimsenin asker olmağa hevesi yoktu.
İttihatçıların önde gelen isimlerinden Ahmet Ağaoğlu 1919-1920  yıllarında Türk halkı hakkında şunları yazar: “Anadolu’da Türk köylüsü,  Türk halkı başında kendisine yol gösterebilecek M Kemal Paşa gibi azim  ve irade sahibi bir önder görür görmez milletinin dininin ve toprağının  şeref ve şanını onurunu bağımsızlığını son ekmeğine ve son damla kanı  ile müdafaaya koyuldu... Büyüklerin kafasızlığı ve ahlaksızlığı yüzünden  mahv ve perişan olmak üzereyken bu halk güvendiği önderi bulur bulmaz  milleti ve devleti nice felaketlerden buhranlardan çökmelerden  kurtarmıştır... Mütarekeden sonra devletin asıl kurucusu olan Türkler,  Ankara’nın etrafına toplanarak ocaklarını, din ve milliyetlerini son bir  gayretle müdafaya” başladığını söylemektedir.18
Milli Mücadele’de, Anadolu’da yaşayan ağalar, eşraf, şeyhler, din  adamları, aydınlar ve halk (büyük çoğunluğu köylü olmak üzere) gibi  sosyal grupları içerisinde en büyük fedakarlığı halk üstlenmiştir.  Kuva-yı Milliye’yi teşkil edenler içinde, özellikle Batı Anadolu’da, ağa  ve eşraftan kimseler, müfrezeleri kendi imkanlarıyla silahlandırıp  besleyenlere ve başında savaşanlara çokça rastlamaktayız. Ağaların ve  eşrafın, kongrelerin teşekkül ve zararlı telkinlerin önlenmesindeki  katkıları da kayda değer. Din adamları da halkın kendilerine olan  sadakat ve bağlılıkları, dolayısıyla onların kitleleri harekete geçirici  ve Milli Mücadele’ye sevkindeki rolleri önemlidir. Mondros Mütarekesi  arifesinde, dinî bir teşkilat olarak kurulan ve Milli Mücadele  yıllarının manevi cephesinin güçlendirilmesinde önemli bir tesiri  bulunan Darü-ül Hikmet-il İslamiye’nin milli harekete önemli katkıları  olmuştur19. Aydınların ise ezici çoğunluğunu subaylar oluşturmaktaydı.
Mücadeleyi omuzlayacak, onun esas yükünü ve zorluklarını taşıyacak olan  ulema, eşraf, halk ve köylünün davaya kazandırılması, bu sınıf  insanların duygularının canlandırılması, Milli Mücadelenin  teşkilatlanması konusundaki en önemli meselelerden biri olmuştur. M.  Kemal’i Milli Mücadele’nin tabii lideri yapan en önemli hususlardan biri  de bu tespiti iyi yapmış olması ve buna göre bir yol takip etmesini  bilmesidir. Elinde hiçbir maddi gücü kalmadığı gibi maneviyatı da iyice  sarsılmış olan Türk milletinin dini inancını canlandırmak, vatan,  millet, istiklal, din, ırz namus gibi manevi hislerini uyandırarak  yeniden güçlendirmek gerektiği iyi tespit edilmiş ve bu hislerle millet  yeniden canlandırılmıştır.
Milli ve dini dayanışma sınıflar arası zıddiyetlere karşı çıkıp bunların  tesirlerini yatıştırabilir. Böylece Anadolu’da sosyal sınıflar arasında  bir ahenk ve düzen oluşturulmuş, Milli Mücadele bu tesanüt ve  dayanışmayı zorunlu kılmıştır. Zaten asırlardır, Türklerde milliyetçilik  demek din demekti. Dolayısıyla Anadolu ihtilalinde milliyetçilikle din  bir arada yürümüştür. Türklerde milli ruhun canlanabilmesi için takip  edilen yolu İstanbul’da bulunan bir İngilizin, 25 Aralık 1919 tarih ve  647 nolu raporunda şu şekilde görüyoruz. “Milliyetçiler şimdi iki yol  kullanıyor: milliyetçi ol çünkü İslamı kurtaracak yegane yol odur.  İslama sadık ol çünkü senin milli varlığını kurtaracak yegane yol  odur”20. Keza Akif’in Milli Mücadele günlerinde yazdığı ve Anadolu  insanının hissiyatına tercüman olan İstiklal Marşı, bu devrin milli  olduğu kadar dinî heyecanını da aksettirir.
Türk toplumunda, Osmanlı’dan beri sürüp gelen Aydın-halk ikilemi, Milli  Mücadele döneminde ortadan kalkmış, Türk münevveri, ulemasıyla,  eşrafıyla, halk ve köylüsüyle bir bütün teşkil ederek, diyebiliriz ki,  sadece bu dönemde gerçek manada anlaşmış, birleşmiş hatta kaynaşmış ve  böylece zaferin kazanılmasında sosyal bir faktör olarak önemini  hissettirmiş ve göstermiştir. Bir yazarın “Tarihsel bir blok dediği”21  bu birleşme olmasaydı, İstiklal Harbi’nin zaferle bitmesi mümkün olmazdı  diyebiliriz. Halk ve münevver ikilisinin birlikte hareket etmeleri,  hele kaynaşmaları halinde Türk milletinin her türlü zorluğun altından  kalkabileceğine ve her türlü güçlüğü yenebileceğine güzel bir emsal  teşkil etmiştir.
Her ne kadar cemiyet kurmalarda, ya da teşkilatlanma faaliyetlerinde  halk ve köylü pek görülmüyorsa da, Milli Mücadele’nin en çok sıkıntı ve  yükünü taşıyan sınıfın bunlar olduğu inkar edilmez bir hakikattir.  Müfafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kurulup faaliyetlerini sürdürmelerinde  ulema ve eşraf ön planda gözüküyorsa da; onların da istinatları, o  zamanki nüfusun %80’ini ve Türk milletinin asıl güç ve kuvvetini teşkil  eden halk ve köylü sınıfıdır. M. Kemal’in “Köylü milletin efendisidir”  sözünde de bu hakikati görmek mümkündür. Zaten halka ve köylüye  dayanılmadan İstiklal Harbi’nin kazanıldığını ileri sürmek de pek  inandırıcı olamaz.
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali günlerinde Samsun’a çıkan M.  Kemal, hemen gerekli yerlere telgrafla emirler verip, İzmir’in işgalini  protesto ederek mitingler ve toplantılar yapılmasını istemiş ve  tezahüratın sırf halk yüreğinden doğduğunun vurgulanmasını belirtmişti.  Daha Amasya’da kendisini karşılayanlar arasında şehrin müftüsü Hacı  Tevfik Efendi, “Paşam bütün Amasya emrinizdedir” demiş ve burada;  “Milletin istikbalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sesi  yükselmişti.22 M. Kemal, 9.Ordu müfettişi, daha sonraları da Heyet-i  Temsiliye Reisi sıfatıyla askeri ve sivil yetkilerle yazışırken,  Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine de yazmayı ihmal etmemiştir. Bu konuda  Mustafa Kemal, Nutku’nun hemen başlangıcında oldukça geniş malumat  vermektedir. Bu harekatın halka mal edilmesine özen göstermiştir.  Havza’da iken maiyeti erkanıyla, görülmemiş bir kalabalıkla birlikte  Cuma namazı kılmışlar, müteakiben yapılan dualardan sonra halka,  İzmir’in işgalini hatırlatmak üzere, şeker yerine İzmir üzümü  dağıtılmıştı.23
“Müdafaa-i Hukuk”, “Müdafaa Heyeti” veya “Muhafaza-ı Hukuk” gibi  tabirlerle kurulan cemiyetlerin niçin ve nasıl doğduğunu bir araştırıcı  şöyle belirtir: “Devlet iktidar ve hakimiyeti kaybolmuştu; kararsız,  bulanık, zehirli bir hava içinde haksız işgallere dahilde azınlıkların  indirdikleri darbeler inzimam etmekte ve millet halinde taazzuv  (şekillenmek) ve yaşama hakkı, hiçbir surette tanınmamaktaydı. Bu  girdaptan kurtulmak lazımdı, ama nasıl?”...24
Daha Balkan savaşları günlerinde Trakya bölgesinin Balkan Devletleri  tarafından işgal tehlikesine “Müdafaa-i Milliye” adıyla savunma cemiyeti  kurulurken, I.Dünya Savaşı sonunda çok daha vahim ve kötü durum  karşısında memleketin Doğu-Batı, Kuzey-Güney bölgelerini (yine  yabancıların ve bunların destekledikleri Rum Pontus ve Ermeni  çetelerinin işgaline karşı) savunma amacıyla Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri  teşkil edilmişti.
Bir yabancı yazarın, o dönem ki Anadolu insanı hakkında söyledikleri  konumuzu teyit etmektedir; “....Bu Anadolu köylüsü (halkı), hayatının en  olgun ve en verimli yıllarını genellikle köyünden uzakta geçirmişti.  Çünkü Mesih’in anası Meryem gibi, Anadolu, asırlarca yavrularını Osmanlı  İmparatorluğunun şan ve şerefine feda etmiştir. Üç kıta üzerinde  Bağdad’tan Viyana’ya Podolya bozkırlarından Afrika çöllerine Halife-i  Rûy-i Zeminler namına durmadan pala sallayanlar ve her yıl bir başka  noktada kah Kürdlere, kâh Araplara kâh Rumlara, Arnavud’lara, Sırplara  karşı isyanları bastıranlar ve birbirinden ayrılmak isteyen parçaları  kanlarını dökmek suretiyle birbirine lehimleyenler hep Anadolu çocukları  olmuştur. Nabzı böylece şah damarlarında çarpmış olan adam evine  nasılsa bir yıl uğradığı sırada çocuğunu yaparak onu bir daha ancak  delikanlı gören adam; köyüne vücutça yorgun, kafaca bitkin ve askerliğe  artık yaramaz bir şekilde dönen adam, köyünde nasıl olur da bir yeni  yaşayışa, bir sağlam ahlaka, bir ileriye doğru gidişe rehber olsun? O  hayatını bir başka işe harcamıştır. Bir insan ömrü iki büyük işi  başarmaya yetmez”25.
İşte M. Kemal’in önderliğindeki Anadolu insanı, dünyada eşi görülmemiş  bir fedakarlık ve kahramanlık örneği göstererek Türkiye Cumhuriyeti’ni  bizlere miras bırakmışlardır. Mondros Mütarekesi’nden TBMM’nin açılışına  kadar süren (1918-1920) devrine Müdafaa-i Hukuk-Reddi İlhak” dönemi  denilebilir ki yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri Kuva-yı Milliye,  Mudafaa-i Hukuk-u Milliye adı altında atılmış, Türk milleti, aynı gayeye  istinaden bir araya gelmiş, aynı ruhla ateşlenmiş, Türk istiklalini  bütün dünyaya kabul ettirmiştir.
Dr. Selahattin Döğüş
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 50, Cilt: XVII, Temmuz 2001
--------------------------------------------------------------------------------
1 Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Ankara 1995, s. 155.
2 Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu Ekonomisi, TTK Yay., 1994, s. 130.
3 A. Toynbee, Türkiye-Büyük Bir Devletin Yeniden Doğuşu, Çev. Kasım Yargıcı, İstanbul 1971, s. 79, 86.
4 Mehmet Temel, İşgal Yıllarında İstanbul’un Sosyal Durumu, Kültür Bakanlığı Yay, Ankara 1998, s.ll.
5 Özer Ozankaya, Cumhuriyet Çınarı, K.B.Yayınları, Ankara 1997, s. 56.
6 Ö. Ozankaya, a.g.c.s. 120.
7 F.Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul 1980, s. 126.
8 Takvim-i Vekayi’ nin 30 Teşrinievvel 1334 (1918) Çarşamba (Numara  338İS.2) tarihli nüshasındaki şu haberde İstanbul’a hava saldırıları  olduğunu göstermektedir. “Mahhalin (bu ayın) yirmi beşinci Cuma günü  Dersaadete vuku bulan son düşman tayyare taarruzunda rakip olduğu  tayyare ile yalnız başına beş düşman tayyaresine karşı şanlı bir şekilde  mücadele veren tayyare yüzbaşısı Mehmet Fazıl Efendiye madalya  verildiği” belirtilir.
9 M. Kemal Atatürk, Nutuk I, MEB Yay. 1987, s. 1, 2, 7, 8, 11, 13.
10 Rahmi Apak, İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu. İstanbul 1942, s. 22.
11 Bayram Sakallı, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, İz Yayıncılık, İstanbul 1997, s. 201.
12 B.Sakallı, a.g.e., s. 269.
I3S. Selek, Anadolu İhtilali I, Kastaş Yayınları, İstanbul 1987, s. 76-77.
14 S.Selek, Anadolu İhtilali I, İstanbul 1987, s. 119.
15 Yavuz Ercan, “Kuvayı Milliye’nin Yapısı ve Niteliği Üzerine Bir  Tahlil”, İkinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri, Ankara 1985, s. 231;  S.Selek, a.g.e., s. 119.
16 S. Selek, a.g.e., s. 118.
17 S. Selek, a.g.e., s. 28.
18 A. Ağaoğlu, Üç Medeniyet, İstanbul 1972, s. 51.
19 Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Türkçesi; Mehmet Harmancı, C.II, İstanbul 1983, s. 369.
20 Bkz. A.Kemal Meram, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkileri Tarihi, İstanbul 1969, s.232.
21 Atilla İlhan, Hangi Atatürk?, 2 bs., 1982, s. 107.
22 Y. Kemal Beyatlı, Eğil Dağlar, İstiklal Harbi Yazıları, İst. 1970, s.  122-125; Yazar M. Kemal’in şu sözünü naklediyor: “Ben evvela herhangi  bir suretle Anadolu’ya geçmek ve orada milletin efkar ve hissiyatını bir  defa daha yoklamak ve menab-i (kaynakları) milleti takip etmek  istiyordum. Samsun’a ayak bastıktan sonra derhal milleti ve memleketi  yokladım. Gördüm ki memleketin ve milletin temayülatı İstiklal  müdafaasında tereddüd edenleri hacil (utanmış) mevkide bırakabilecek bir  mahiyet-i aliyedir. Filhakika iki seneden beri bütün dünyanın şahit  olduğu vekaayi ve hadisat düşüncelerinde isabet ve milletin azmü  imanında hakiki salabet olduğunu isbat etti. Bundan dolayı cidden  müftehirim”(s.l23). Ayrıca bkz. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve  Belgeler,
3.bs. Ankara 1981, s. 109.
23 B.Sakallı, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, s. 127. 
24 Bk. B.Sakallı, a.g.e., s. 155.
25 Norbert Von Bischoff, Ankara-Türkiye’deki Yeni Oluşun bir İzahı, Çev. Burhan Belge, Ank. 1936, s. 61-62.
 
 
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı, anıları, fotoğrafları, nutukları, mektupları, devrimleri