"Aldırma be Mıstık, Sen Sağolasın…" |
|
Kemal Arıburnu'nun "Atatürk'ten Hatıralar" kitabından: Mustafa Kemal gençliğinde, Harbiye'deki bir koltuk meyhanesine uğrar, her zaman aynı masada otururmuş. Meyhane sahibi babacan, şakacı bir adam! .. Mustafa Kemal bazen: - Barba!. .. Bu akşam param yok! ... Dermiş. Meyhaneci de, genç subayın omuzunu okşar ve daima teklifsiz bir şekilde cevabını verirmiş: - Mıstık sağ olsun, vre!. .. Yıllarca sonra, Mustafa Kemal bir ahşam gençliğinde devam ettiği bu meyhaneyi hatırlamış. Arkadaşlarına: - Bu akşam oraya gideceğiz!. .. Demiş. Cumhurbaşkanının otomobillerle meyhaneye geldiğini gören ve bir kat daha ihtiyarlannş bulunan Barba, hemen Mustafa Kemal Paşanın eski yerini hazırlamış ve masayı donatmış. Eski bir gençlik hatırasının tazelenmesi ile neşelenen Mustafa Kemal Paşa, ilk kadehten hemen sonra meyhaneciye dönüp şöyle demiş: - Barba!... Haberin olsun, bu akşam yanıma para almadım! ... Barba yerlere kadar eğilerek, duyduğu onurdan ve edindiği şereften bahsederek konuyu değiştirmeye kalkmış. Mustafa Kemal Paşa, biraz sonra yeniden seslenmiş: - Barba!. .. Sahi söylüyorum!. .. Yanımda para yok!. .. Demiş. Barba yine eğilmiş: - Aman efendim!. .. Paranın lafı mı olur? Demiş. Fakat Mustafa Kemal Paşa üçüncü defa olarak: - Barba!. .. Sen inanmıyorsun ama, Vallahi parasızım! ... Deyince, ihtiyar meyhaneci dayanamamış, tıpkı eskiden yaptığı gibi, büyük bir teklifsizlikle, elini Mustafa Kemal Paşanın omuzuna koyarak: - Aldırma be Mıstık!. .. Sen sağolasın!. .. Dedikten sonra ilave etmiş: - Zo!. .. İnla bana söyletmek istersin, değil mi? Mustafa Kemal Paşa bu cevabı alınca Barba'ya dönerve şunu söyler: - İşte oldu Barba! ... Biz yılların dostuyuz! ... Şimdi değişmek olur mu?
|
Anadolu'yu Dinlediniz mi? | |
Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye’nin düştüğü acıklı duruma kendisine göre bir çare arıyor; Amerikan, İngiliz himayesinden dem vuruluyordu. Bir aralık, Mustafa Kemal Paşa’ya da sordular. Atatürk şu kısa yanıtı verdi: - Efendiler, hepiniz konuştunuz, arzularınızı beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat ... Anadolu’ya bir şey sordunuz mu? Anadolu’yu dinlediniz mi? Ona da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler!
Kemal ARIBURNU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar
|
Angarya |
|
|
Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti, valiye: - Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bu yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış. Ata’nın kaşları çatıldı, oldukça sert bir dille: - Vali bey, dedi, “corvee” nedir bilir misin? Öyle ise ben söyleyeyim; angarya demektir ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur. Kemal ARIBURNU, Atatürk
|
| |
|
Anadolu’ya geçmek için hazırlıklarını tamamlayan Atatürk, Yıldız Sarayı’na gitti. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, onu çok küçük bir odada kabul etti. Hemen hemen diz dize oturdular.
Padişahın sağında mini bir masa üzerinde güzel ciltlenmiş kalınca bir kitap, bir Osmanlı Tarihi vardı. Pencereden Boğaz, Boğaz’ın mavi sularında birbirine paralel dizilmiş ve toplarını saraya çevirmiş olan düşman savaş gemileri görünüyordu. Padişah, ona dedi ki: - Paşa, devletimize çok hizmet ettin; bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir! Elini Osmanlı Tarihi’ne koydu, bastı ve ilave etti: - Tarihe geçti!... Sonra dedi ki: - Bunları unutunuz. Asıl bundan sonra yapacağınız hizmet şimdiye kadar yaptıklarınızdan mühim olacaktır. Paşa, isterseniz devleti kurtarabilirsiniz! Atatürk cevap verdi: - Bu yolda elimden gelen yapacağıma emin olmanızı rica ederim. Vahdettin: - Muvaffak olunuz! diyerek ayağa kalktı. Ziyaret sona ermişti. Padişah, ondan düşmanların arzularını yerine getirmesini bekliyordu; elinde hiçbir kuvvet kalmamış olan devletin ancak böyle, düşmanların hoşuna giderek kurtulacağını sanıyordu. Bilmiyordu ki, kuzuyu yemeğe karar vermiş olan kurt için bahane bulmak gayet kolaydır. Atatürk de devleti kurtarmak istiyordu; fakat düşmanlara yaranmakla değil, milletin bitmez tükenmez hürriyet ve istiklal aşkını, cesaret ve fedakarlık duygularını harekete geçirerek... İşte Türk milletini anlamamış bir adamla, anlamış adamın arasındaki fark... Niyazi Ahmet BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.86-87
|
Asil Bir Millet |
| |
Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu. - Osmanlılığın telkin ettiği, bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız? diyordu. Aynı ızdırabı ben de duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu’lu kıt’a çavuşlarına kötü davranıyor yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla tolerans gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu. Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı: - Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı . Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok mensup olduğu ırka hücum ediyordu: - Sen, diyordu, nasıl olur da yüce Arap ırkına mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin... Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.
Dayanamadım. - Yüzbaşı efendi susunuz! Diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu. - Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi, ben de, - Evet, çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi bir çok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir millet olduğu, asla inkar edilemez bir gerçektir. Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı. Yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi: “Bu ve buna benzer olaylar, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.” Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Atatürk, Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir, milletine: “Ne mutlu Türküm diyene” hitabıyla seslendiği zaman, buna varlığı ve içtenliği ile inanmıştı.
Ali Fuat CEBESOY, Sınıf Arkadaşım Atatürk |
Askerle Güreş |
| |
Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
- Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu:
- Haydi, bir de benimle güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
- "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
|
Atatürk ve Küçük Artin |
| |
Muhterem Erenli’nin “Başöğretmen Atatürk” adlı kitabından: Bir yaz günü Atatürk, Florya Köşküne giderken bir arıza nedeniyle otomobili Kumkapı semtinde duruverir. Şöförü onarım uğraşısı içindeyken, civarda oynayan çocuk grubu meraklı bakışlarını arabaya çevirmişlerdir. Aralarında bulunan 8/10 yaşlarında bir çocuk, Büyük Liderin simasını hemen tanır, sevinçle ilerleyerek, önünde selam durumunda ve tam bir ciddiyetle dikilerek saygısını gösterir. Atatürk küçük çocuğu daha yakınına çağırır ve sorar: _ Niçin bana selam veriyorsun? Sen beni tanır mısın? Çocuk bütün saflığı ile ve düşünmeden soruyu cevaplar: _ Elbette tanırım ya!...Sen hepimizin babası Atatürk değil misin? Atatürk tekrar sorar: _ Peki!...Ama sen daha önce beni hiç görmüş müydün? Çocuk cevap verir: _ Hayır!... Fakat benim annem yatağımın baş ucuna senin resmini yerleştirmiştir!...Benim gibi küçük ve fakir yetimlerin şefkatli manevi babası olduğunu her zaman anlatır. İşte seni o fotoğraf sayesinde tanıdım ve saygı borcumu yerine getiriyorum!... Atatürk, şöyle cevap verir: _ Evet!... Ben Atatürk’üm!... Fakat, sen kimsin!... Çocuk büyük bir safiyetle cevap verir: _ Benim adım Artin!... Ermeni bir yetim çocuğunun bile, kendisine bu derecede bağlı bulunduğuna, o anda Atatürk bile inanamaz. Durumu araştırmak için yanında bulunanlardan birini, yakında bulunan çocuğun evine kadar gönderir. Gerçekten çocuğun anlattığı yerde, Atatürk’e ait kocaman bir resim asılıdır.
Çok duygulanan Atatürk, küçük Artin’i kucağına alıp, sever. Cömertçe ödüllendirdiği gibi, söylendiğine göre; çocuğun geleceğine bile yakın ilgi göstermiştir. Doğuş, Din, ırk, lisan farklılıklarını hiçe sayan insanı, insanlığı ön planda tutan emsalsiz deha, bu ve buna benzer görüşleri ve uygulamaları ile kendisini tüm ulusuna ve dünyaya daha çok sevdirmiş ve saydırmıştır. Hanri Benazus YAŞAMIN İÇİNDEN ATATÜRK ANILARI
|
Atatürk ve Nine |
| |
Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu. - Merhaba nine Kadın Ata’nın yüzüne bakarak hafif bir sesle; - Merhaba dedi. - Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duraklayıp, - Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi. - Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı. - Tabii söyleyeceğim, ben Sincan`ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindenim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angaraya geldim. - Muhtar niçin Ankara’ya gönderdi seni? - Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı. Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey. - Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti. - Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa’yı bulacağım yeri deyiver. Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek: - Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum “anacığım” dedim, “sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.” Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk’e uzattı; - Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; “Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım olsun.”
|
Atatürk'e Hakaret Eden Köylü
| |
Şükrü Kaya (Eski Içişleri Bakanı)nın anılarından alınmıştır : Atatürk'e hakaret etmekten sanık bir köylü hakkında gerekli işlemler yapılmaktaydı. Durumu bir defa da Atatürk'e anlatma gereğini duydular. Kendisi Antalya'da idi. Konu kendisine anlatıldıktan sonra, Atatürk merakla sordu: - Ben ne yapmışım ona? Köylünün dosyasını inceleyenler derhal bir açıklama yaptılar: - Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken, kağıt tutuşmuş da ondan. Atatürk'e bu durumu nakleden bir Milletvekilidir. Atatürk o Milletvekiline döner ve sorar: - Siz, gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi?
Milletvekili bu sorunun nedeni anlayamaz ve cevap verir: - Hayır, Efendim. Atatürk, Milletvekiline döner ve şöyle cevap verir: - Ben Trablus'ta iken içmiştim, bilirim. Pek berbat bir şey. Köylü bana az bile küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmesini sağlayın.
Yaşamın İçinden Atatürk Anıları, Henri Benazus, Bizim Kitaplar, 2007
|
Atatürkten Bir Vefa Örneği | |
Mustafa Kemal’in dostları arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş vardı. Zengin bir kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm servetine el konuluyor. İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır. Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır. Atatürk zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur. Devrimler için geceli gündüzlü çalışmaktadır. Atatürk 1927’de ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca Dolmabahçe sarayına gider. İlgili memura başvurur: - Ben, Gazi hazretlerini görmek istiyorum. - Sen kimsin? - Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım. Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven verici değildir. Bir bahane uydurarak atlatır. Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.
Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar. Bu, Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir. Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret ederler. O sırada Gazi de Saray’dan çıkmıştır. Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline doğru ilerlemektedir. O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin karşısına sokulur. Gazi sorar: - Kim bu kız? Kız cevap verir: - Ben İğneciyan’ın kızıyım. - Nerede baban? - Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar... Gazi hemen emir verir. İğneciyan’ı huzuruna alırlar. İki dost özlem içinde kucaklaşırlar. İğneciyan başından geçenleri anlatır. Gazi’nin gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır. İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir. Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür. Bu ölümlü dünyanın en güzel şeyi karşılıklı vefalardır. Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.65-66
|
| |
|
Bir gün bir köylü Atatürk’ün Orman Çiftliği sınırları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. Uyardılar, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler. Atatürk denetlemeye çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek: - İşte budur, dediler. Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü; yaklaşınca sordu: - Burada ne yapıyorsun? Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi: - Tarlayı sürüyorum. - İyi ama, bu tarla senin midir? - Değildir. - Kimindir? - Atatürk’ündür!.. Köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu: - İyi ama, sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun? Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki: - Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır! Atatürk’ün kaşları çatıldı, büyük bir merak ve hayretle ona sordu: - Bu hakkı nereden alıyorsun? - Çok basit... Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur? Atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu; köylünün sırtını okşadı ve: - Haklısın!.. diyerek uzaklaştı. N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.99-100
|
|
|
Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: Bu, ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti: Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu: - Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir. Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı. - O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem. Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi. A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.106.
|
|
|
Mustafa Kemal’in çocukluk yıllarına dair bir anı.
Biraz belini bükmesini, başını eğmesini istiyorduk. O ise dimdik durmakta ısrar ederek bizi sırtından atlatmadı. On bir on iki yaşlarında var, yoktu… Evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o zamanlar Selanik’te pek moda olan “Mançık” oyununu oynardık. Bu bir nevi “Birdirbir” oyunu idi. Bir kişi eğiliyor ve diğerleri sıra ile üzerinden atlıyorlar. Oyuna iştirak etmezdi ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizden düşenler filân olursa, keyfine payân olmazdı. Bir gün kararlaştırdık. Yaka paça zorla oyuna iştirak ettirdik. Sıra ile hepimizin üzerinden atladı ve sıra kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve: -Haydi atlayın! dedi. Biz başını yere doğru eğmesi için ısrar ettikçe, o: -Ben eğilmem! Böyle atlarsanız atlayınız! diyordu. Bir türlü razı edemedik. On bir on iki yaşlarında var, yoktu. Asaf İLBAY Sadun Tanju, “Ben Eğilmem”, Vatan Gazetesi, Yıl:15, Sayı:4846, 10 Kasım 1954, Atatürk İlâvesi, s.2,4
|
Ben de Senin Gibiyim | | |
Atatürk Milli Mücadele’nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rasgelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu:
- Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?
- Ne bileyim ben?.. Öğretmediler ki bize?
- Peki, sen ne bilirsin?
- Ne mi bilirim? Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at, dersin atarım... İşte ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim, Paşam!
Mustafa Kemal, bu söz üzerine, yaşaran gözlerini hocadan ayırmadan:
- Var ol hoca!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de, milletin hiçbir arzusunu, hiçbir istediğini, hayatım pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!.. diyebilmişti.
N.A.BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.73-74
|
Beni Tanık Olarak Göster | | |
Atatürk bir Balıkesir gezisinde, kendisine Milli mücadelede hizmetler etmiş birinin başvurusu ile karşılaştı. Adam bir konuda yanlış hüküm giydiğini söyleyerek yakındı. Atatürk: - Haklısın, konuyu ben de biliyorum, dedikten sonra yanında bulunan bir adliye subayını çağırdı. Konuyu anlattı. Düzeltilmesini istedi. Müfettiş onu dinledikten sonra: - Efendimiz, dedi, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tamamlanmıştır. Hükmün yerine getirilmesinden başka yasal yol yoktur, dedi. Atatürk: - Ama ben söylüyorum, bu iş haksızlık. Çünkü ben işin usulünü biliyorum, dedi. Genç Adliye müfettişi: - Efendimizin beyanı yasa önünde bir değişiklik yapamaz. Adliye Bakanlığı’nın da bir şey yapmasına olanak yoktur. O anda ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtınanın kopacağı sanılıyordu. Fakat Atatürk sakin bir şekilde sordu: - Peki bir adli hata olursa yasa bunun düzeltilmesini sağlayamaz mı? - Yeni bir delille mahkemenin yinelenmesi istenebilir. O zaman Atatürk başvuru sahibine döndü: - Beni tanık olarak göster. Onda yeni deliller bulunduğunu öğrendim, diye iddia et. Ben mahkemeye gider, sana tanıklık ederim, dedi. Sonra da Müfettişe döndü: - Size teşekkür ederim, dedikten sonra yeniden başvuru sahibine dönüp: - Neden zamanında başvurmadın. Zamanında gelir tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de meşgul etmezdin. Her vatandaş hatta Cumhurbaşkanı bile adalete saygı göstermek zorundadır. H. BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.110-112 |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı, anıları, fotoğrafları, nutukları, mektupları, devrimleri